Bilim adamı, bilgilerinden emin olmadığından emindir. Başka pek az şeyden emindir.
Geçen yazımda bilim adamının doğruyu bulmak, yanlıştan kaçınmak için çırpınışını anlattım. Bu çırpınış tabiat bilimlerinde zordur ama tedavisi açıktır. Tabiata başvurursunuz ve düşüncenizi doğrulayacak veya yanlışlayacak evet-hayır deneyleri bulmaya çalışırsınız. Deneyin düşüncelerinizin doğruluğunu ispatlaması pek umulmaz ama yanlışsa yanlışlığını göstermesi daha olasıdır.
Ya tıp, psikoloji, toplum bilimleri? Onlarda yanlış - doğru deneyi tasarlayıp uygulamak pek zor, bazen de imkânsızdır. İncelemedeki zorluk da verdiğim sırada artıyor galiba. Tıp, psikoloji ve en zoru sosyal bilimler. Gittikçe daha karmaşık, daha belirsiz sistemlere açılıyoruz.
İnsana ve topluma gittikçe iş zorlaşıyor
Dikkat edin, tıbbın ilaçlarının üstünde genellikle, “falan hastalığı tedavi eder” yerine daha yumuşak ifadeler kullanılır, “belirtilerinin hafifletilmesinde yardımcı olur” gibi. Ama uzun vadede tıbba bakarsanız parlak bir başarı görürsünüz; o da bütün bilimler gibi, deneye yanıla, âmânın çevresini yoklaya yoklaya yürümesi gibi yürümeye çalışmıştır ama yürümüştür ve insan hayatını iki katına yakın uzatmayı başarmıştır. Yine dikkat ettiyseniz bilim adamları, bizim aşılarımız Omikron’da da etkilidir demedi. Bakalım, görelim dediler. Tıp, çok sayıda insan üzerinde yapılan denemelerin istatistik sonuçlarına dayanır.
Psikoloji daha da karmaşık. Düşününüz Freud’un “id”inden, “ego”sundan, “süperego”sundan bugün pek bahseden var mı? Şimdi hücrelerdeki alıcılarla etkileşen tıkayan veya açan kimyasallar konuşuluyor. Reseptör antagonistlerinden, agonistlerinden, geri alma blokörlerinden…
Sosyal bilimlere adım attığınızda sistemler daha da karmaşıklaşır. Artık yüzbinleri ölçmeniz, biçmeniz gerekiyor. Ölçüyorlar da. İşte Güven İndeksi, PISA, Hukuk İndeksi ve daha niceleri. Fakat bunlar yaşayan toplumlar üzerinde yapılan ölçümler. Tarihe, hatta tarih öncesine, arkeolojiye, antropolojiye gittiğiniz zaman ne olacak? Tamamen kaybolma ihtimaliniz var da bilim yine boğulmamaya, suyun üstünde kalmaya çalışıyor.
Psikolojiyi baştan ele almak
Fakat toplum bilimlerinde büyük hatalar yapmak, fizikte, kimyada, hatta tıpta yapmaktan daha kolay. Son zamanlardaki okumalarımda iki büyük hata iddiasıyla karşılaştım. İkisi de henüz Türkçe’ye çevrilmemiş çalışmalar ve ikisi de önemli görünüyor.
Heinrich’ten ve onun tezlerinden epey söz ettim. (Şu yazıma https://bit.ly/3rIruhZ ve bundan önceki ve sonraki yazılara bir göz atın.) Fakat daha önce üstünde durmadığım, psikolojiyi ve sosyal psikolojiyi ilgilendiren bir hüküm: Heinrich diyor ki, bizim psikoloji dediğimiz bilim, hayatı boyunca çoğunlukla Batılı insanlardan, Batılı toplumlardan örnek aldı, onların sonuçlarına göre gelişti. Bu doğru yol değildir; çünkü Batılılar bugün azınlıktır, dün daha da azınlıktı. Endüstri devriminin başında dünya nüfusunun binde yedisiydi! İçinde “psikoloji” geçen her türlü bilim dalı bu eleştiriyi ciddiye almak zorunda.
Bundan daha da vahimi, yeni merakım, antropolog David Graeber ve arkeolog David Wengrow’un Her Şeyin Şafağı (The Dawn of Everything) eseri. Bu iki alanda biriken bulgular, birçok ezberi alt-üst edecek gibi.
Ne tarımı icat ettik ne de mülkiyeti
Avcı toplayıcılar kıt kanaat geçinirken tarım “icad” oluyor ve toprak mülkiyeti, ırgatlık, fakat görece bolluk başlıyor. Sonra şehirler, şehirlerle birlikte iş bölümü, beyler, krallar doğuyor. Hiç de öyle değil diyorlar Graeber ve Wengrow. Ne avcı toplayıcılar vahşi ne de tarım toplumları daha medenî. Hatta birçok avcı toplayıcı topluluk, tarımı aktif olarak reddediyor; çünkü verimli su kenarlarından doğanın onlara hediye ettiklerini toplamak ve avlanmak hem daha kolay hem daha ekonomik. Kaldı ki tarımın icadı diye bir şey de yok. Tarım asırlar boyunca yavaş yavaş “icad” ediliyor ve birçok insan toplumu hem avcı toplayıcılık hem tarım yapıyor. Küçük çapta, bir şeyler ekip sonra toplayıp kullanmaya “oyun-tarımı” diyor yazarlar ama oyun değil. Sadece hayatları bütünüyle tarıma bağlı değil. Avcılığı, toplayıcılığı hiç bırakmıyorlar. Neden bıraksınlar ki?
Toprak mülkiyeti de tarımla birlikte hop diye çıkmıyor. Binlerce yıl mülkiyetten falan bahsetmeden ekilip biçilen araziler var.
Ya toplum yapısı? Aynı toplum, hele konar-göçerse ki bunlardan bol bol var, konmuşken başka, göçerken başka türlü yönetiliyor. Kondukları ve göçtükleri araziye göre mesela göç sırasında, bizim Yörüklerdeki gibi bir göç ağası, harekâtı büyük bir disiplin içinde yönetirken, konduktan sonra disiplinin tamamıyla ortadan kalktığı ve bir süre önceki “ağa”nın şimdi herkesle şakalaşıp sohbet eden sıradan bir insana dönüşmesini seyrediyoruz. Bazen tersine disiplin ve teşkilat, topluluğun yerleşik kaldığı şartlarda gerekirken, dağılıp avcı-toplayıcılığa döndüğünde her klan başına buyruk hareket ediyor. Şehirleri ille otoriteler yönetmiyor. Yazarlar “ilkel tarım”, “ilkel toplum” gibi ifadeleri reddediyorlar.
Popper pek sevmediği, “Bütün dünya rap rap bu evrelerden geçer” tarihselciliğini eleştirisi, Marksizm’i epey sarsmıştı. Şimdi Marksizm’le filan ilgisi olmadan, insanın macerasının merkezinde her şeyi deneme, bir öyle, bir böyle yaşama, hatta komşu kabileler tarım yapıyor diye, inadına tarımdan kaçınma gibi davranışlar var. Toplumların böyle inadına davranışlara schismogenesis diyor yazarlar. Kitabı henüz bitirmedim. Bitince tekrar yazarım. Fakat benim acemi sosyologluğuma, hele hemen hiç olmayan arkeologluk ve antropologluğuma bir devrim gibi geldi.
Son not: Popper’in ve bu kitabın yıktığı “tarihselciliğin”, Mustafa Öztürk hocamızın tarihselcilik dediğiyle uzak yakın bir ilgisi yoktur.