Cuma yazımda İngilizlerin tuhaflıklarını anlatmıştım. Dağ gibi Boris Johnson’un hem parti başkanlığından hem de başbakanlıktan devrilmesinin en önemli sebebi, kendini reaya yani halk ile bir tutmayıp COVID yasaklarına uymamasıymış. Meğer yasak günlerinde, evinde, Downing Street 10 numaradaki başbakanlık konutunda, 70-80 kişilik partiler verirmiş. Bu tuhaf İngilizler ne yapmış? Hem başbakanın partisine katılanlara tam 126 adet ceza kesmişler hem de olan bitene Partygate skandalı demişler ve giderek iktidarın sonunu getirmişler.
Şimdi yeni başbakan, Kraliçe Elizabeth’in ömrünün son günlerinde tayin ettiği başbakanı Liz Truss da aynı yolun yolcusu...
LİZ TRUSS’IN KABAHATİ NEYDİ?
Onun kabahati ne? Maliye bakanının ayrılması. Kendi mi istifa etti, başbakan mı onu görevden aldı, orası karışık. Başbakanın ona yazdığı mektupta “Ayrılışınızdaki samimiyeti derinden hissediyorum.” gibi edebî bir cümle var gerçi. O kadar olacak, Truss Hanımefendi hem Oxford’da doğup büyümüş hem de Oxford Üniversitesi’nde okumuş. Fakat İngiliz kamuoyu bakanın kendisinin “Görevinden affını arz” etmediği, Truss’ın ona ayrılmasını söylediği kanaatinde.
Anlaşılan İngiltere’de maliye bakanının ayrılışı hükûmeti sarsacak önemde bir hadise kabul ediliyor. Hâlbuki bizde altı ayda bir maliye bakanı değişir de bırakın büyük olay olmasını, namuslu ve ağır başlı basınımızın bir kısmı, maliye bakanımızın istifasından bir hafta bahsetmez bile.
Olay sadece bakanın istifası değil. Giden bakana biraz da kurban gözüyle bakıyorlar. Asıl mesele, hükûmetin ekonomi politikasındaki 180 derecelik çark. Başbakan önce, yüksek gelirlilerin vergi oranını düşüreceğini, onların zenginliğinin artışının da halka sızacağını söylemiş. Bu vergi kaybını borçlanarak kapatacakmış. Enflasyonun yükseldiği, İngiliz Sterlini’nin dolar karşısında değer kaybettiği sırada bunları yapmaya kalkınca halk, “Vay sen nasıl sosyal dengeyi bozar, bizim refahımızla oynarsın!” diye tepki göstermiş. İngiliz halkı da tuhaf. Bütçe gelirlerine ve borçlanmaya kendi ceplerinden çıkan veya kendi ceplerine girecek paralar diye bakıyor ve vergilerin yükselip alçalmasına sert tepki veriyorlar. Hem de İngiltere’deki enflasyon ve paralarının değer kaybı bizimkilerin yanında devede kulak iken.
GRİ ELBİSELİLER
Bunun üzerine Truss, “Peki peki, zenginleri eskisi gibi vergilendirmeye devam edeceğiz.” demiş. İşte maliye bakanın istifası tam bu U dönüşüne rastlıyor. İngilizlerin bakanları da tuhaf. Yahu, koskoca başbakan lütfetmiş, seni bakan yapmış. Hem siyasi güç vermiş hem de maaşını ve emeklilik dereceni yükseltmiş. Sen nasıl nankörlük edip yok ilkeymiş, yok kişilikmiş, izzeti nefismiş- öz saygıymış gibi demode laflarla bu nimetleri tepersin!
Anlaşılan İngilizlerde epistemolojik nöro-ekonomi bilgisi ve hissi hak getire. Zaten bakanlarının gözlerinde de bir pırıltı göremedim. Acaba bizim maliye bakanımızı insanlık hayrına onlara göndersek mi? Bu, halkı paniğe sevk edecek bir tekliftir ama Türk halkını değil, İngiliz halkını. Onun için sansür kanununa girmez.
Bütün bunlar bilinen şeyler. Ben asıl biraz daha az bilinen bir mekanizmadan, İngiltere’de parti başkanlarını yapan ve yıkan süreçten söz etmek istiyorum.
Sonucu baştan söyleyeyim: İngiltere’de parti, siyasi gücün merkezidir. Parti başkanı veya icranın başı başbakan değil. Tıpkı ABD’deki gibi. İkisinde de başkanını ve parti iktidardaysa icranın başını seçen partidir. Partinin delegelerinin yaptığı, kıran kırana seçimlerdir.
Biz şimdi İngiltere’ye bakalım. Başkan hata yapmaya başlayınca, önce parti içinde bir güvenoyu süreci var. Fakat güvenoyu alması da başkanı kurtarmıyor. Hataları bir düzeyi aşınca, “gri elbiseli adamlar” onu ziyaret etmeye başlıyor. New York Times’a göre bu ibare, siyasi gücün sadece erkek partililerin elinde bulunduğu zamanlardan kalma. Şimdi “gri elbiseli insanlar” demek lazım; gri etek de olabilir… Bunlar hata yapan parti başkanını ziyaret edip kulağını çekiyor. Parti iktidardaysa başkan aynı zamanda başbakan tabii…
BÜTÜN GÜÇ PARTİDE
İngiltere’nin son dört başbakanı, hep bu gri elbiselilerce hal’ edilmiş: Theresa May, Tony Blair ve Boris Johnson ve en son Liz Truss. Gri elbiseliler yalnız başkanı değil, onun bakanlarını da ziyaret ediyor. Başkanın istifasından önce, bakanların ve hükûmet kadrosundaki başka görevlilerin istifası da bu “sihirli çember”in ziyaretleriyle gerçekleşiyor.
Ardından başkan, “yeni başkan ve hükûmet başkanı seçilene kadar görevine devam etmek şartıyla” istifa ettiğini bildiriyor. Sonra bir komite, yeni başkanı seçmek için çalışmaya başlıyor. Muhafazakâr Parti’de bu grubun adı “1922 Komitesi”. Şu anda İngiltere’de Liz Truss’ın yerine yeni Muhafazakâr Parti başkanını ve başbakanı seçmek için çalışan komite bu… 1922 Komitesi, partinin milletvekillerinden kurulu. Görevleri yeni başkan adaylarının sayısını ikiye indirmek. Mesela 10 aday inceleniyor ve elene elene geriye, en başarılı olacakmış gibi görünen, ikisi kalıyor. Sonra bu son ikiyi parti delegelerinin tamamı oyluyor ve yeni başkan/ başbakan belli oluyor.
Delegeleri partinin yerel şubeleri seçiyor. Onlar da başkanı. Parti, başkanı seçiyor. Parti, başkanı deviriyor. Bütün güç partide. Tuhaf şeyler.
Hâlbuki bizde teşkilatları da delegeleri de milletvekillerini de başkan seçer. Sonra başkanın seçtikleri, dönüp başkanı seçer. Maazallah seçmeyen teşkilat lağvedilir. Yenisi atanır, onlar kendilerini atayan başkanı atar; vesselam.
Vesayet diye her şey değiştiriliyor da bu mekanizmayı yaratan Partiler Kanunu’na kimse dokunmuyor. Dokunacağını vaat bile etmiyor. Kendimize pek uygun, yerli ve millî buluyoruz herhâlde.