Her şey bedava olacak, maaş alıp oturacaksınız!

İskender Öksüz

Geçen Cuma günkü yazım üzerine, değerli dostum Mustafa Tezel’den bir mesaj geldi. Mustafa Tezel, devlet umuru görmüş bir aydınımızdır; Kırmızılar hareketinin, sitesinin, yayınlarının kurucusudur. O yazımda bahsettiğim emperyal, yani “Ben ben ben; ver, ver, ver” diyen zihinle “Ölmeye, ölmeye , ölmeye geldik” diyen körü körüne tabi, köle zihnin, bizde toplumun %80’inden fazlasını teşkil ettiğini tahmin ediyor. Seçim propagandası yapıyorum diye ölçüsüz vaatlerde bulunan siyasilerden söz ediyor ve “Oysa, biz, bu toplumun ‘fakru zaruret içinde bulunduğu hâlde, nispeten ölçülü olmayı erdem bildiği’ zamanlarını da hatırlıyoruz.” diye devam ediyor.

TOPRAK, EMEK, ÜRÜN KUTSALDIR

Naklettiği hatıralar ve yorumu, “İsterim! Ölürüm!” toplumundan başka bir toplumun da mümkün olduğunu, hatta bir zamanlar bizim de böyle bir topluma sahip olduğumuzu anlatıyor. Toprağa, ağaca, cana, canlıya, ürüne, üretmeye kutsallık seviyesinde saygı gösteren insanlara... Mustafa Tezel’den aktarıyorum:

Liseye giderken, hatırlıyorum. Dedem ve anneannem, yaşlandıkları için, bağımızı satmak istemişlerdi. Birisi talip oldu, iyi de para veriyordu. Anneannem sordu “Oğlum, Sen burayı ne yapacaksın? Niye bu kadar para veriyorsun? Sen bağ-bahçe işlerinden anlıyor musun?” Şahıs, “fabrika yapacağım” deyince, anneannem “Oğlum, burası bağ. Allah bizi çarpar. Sen fabrika yapacak başka yer bulamadın mı? Sen git, ekip-dikilmeyen yerde kur fabrikanı.” demişti de, şahıs bu duruma çok şaşırmıştı. “Teyze, sen aldığın paraya bak. Benim ne yapacağım seni niye ilgilendiriyor?” diye üstelemişti. Dedem ve anneannem, “bu vebalin altından kalkamayız” diyerek, ölene kadar satmadılar bağı. Hâlâ duruyor. Biz vârisler bölüşemediğimiz için, virâne oldu. Ancak, sevgili anneciğim, seksen küsur yaşında olmasına rağmen, hiçbir gelir getirmediği hâlde, emekli parasını “bağı ayakta tutmaya” harcıyor. Bu yaşında otlarını yoluyor, budamasını yaptırıyor, beli eline alıp ark açıyor vs. “Anne artık sen de uğraşma” dediğimizde “yavrum, bu ağaçlar da can taşıyor, ha bir cana kıymışsın, ha bir ağacı göz göre göre kurutmuşsun, farkı var mı?” diyerek, bize kızıyor.

Bu tavır, bir zamanlar, kişisel değildi. Biz, bu kabil insanların çoğunluğu teşkil ettiği bir çevrede yetiştik. Öyle ki, birisine ilenmek istediğinde, insanlar “kör olmayasıca, boynu devrilmiyesice, ocağı sönmeyesice” şeklinde beddua ederlerdi. Çünkü, “bütün yaradılmışların Tanrı’nın eseri olduğuna, dolayısıyla -hatalı da olsa- bir yaradılmışa yapılacak saygısızlığın/kötülüğün, aslında Tanr’ıya yapılmış sayılacağına” inanmışlardı. Sevgili Yûnus’un “yaradılanı severiz, yaradandan ötürü” şeklimde dile getirdiği anlayış, toplumun iliklerine kadar işlemiş olan “insaniyetçi, sorumluluk sâhibi, ölçülü, ahlâklı” bireyler inşâ etmeyi amaçlayan bir kültürün ifâdesiydi.

Kendimize çok yabancılaştık.

Özellikle 1980 sonrasında uygulanan sosyal/kültürel politikaların ve eğitim politikasının -yıkıcı anlamda- çok iyi programlandığı anlaşılıyor.

Yazık ki, bu dönemin büyük kısmında vatan-millet-ezan bayraktarlığı yapan sağ hükümetler iktidardaydı.

Aziz Atatürk'ün "köklü devrim" çabasının altında yatan sebepleri şimdi daha iyi anlıyorum.

Elbette yöntemleri tartışılabilir. Ancak, rahmetli, "şahsiyetli, ahlaklı, birey olmayı başarmış" fertlerden mürekkep bir toplum inşâ etme çabasında imiş meğer. Ve, bizler dahi, bunu, Cumhuriyetin -bir zamanlar dudak büktüğümüz kazanımlarını- kaybetme tehlikesi yaşamaya başlayınca idrâk etmeye başladık. Tam olarak idrâk edebildiğimiz de söylenemez.

İnsan, düşündükçe, kahroluyor.

O NE VERİRSE BENDEN BEŞ FAZLASI!

O insanlar ve bugün “Ver ver ver…” diyenler. Onlar nereden mi çıktı? Siyaset yapmayı, ölçüsüz vaatlerde bulunmak sanan popülistlerden. Geçen asırda seçmenin sandığa gömdüğü siyasilerden birinin sözünü hatırlıyorum: O ne verirse ben beş fazlasını vereceğim!

İnsanlar bilmeli ki siyasetçi o verdiklerinin ne yaratıcısıdır ne de üreticisi. Hiç birini kendi cebinden vermiyor. Sizden alıp veriyor. Siz bedava gaz, bedava tren bileti aldığınızı sanıyorsunuz. Genç yaşınızda emekli olup rahata erdiğinizi sanıyorsunuz. Bunlar elle tutulur şeyler. Fakat onların bedeli enflasyon diye, pahalılık diye, emeğinizin değer kaybetmesi diye, velhasıl fakirlik karşılığı yine sizden alınıyor. Yarın kriz diye başınıza vurularak alınacak.

O zaman da “Dış güçler.” deriz. Olur mu?

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (33)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.