Hep cemaat kaldık, hiç cemiyet olmadık

İskender Öksüz

Son aylarda, 1960-2000 arasını anlatan kitaplar okudum. Kurgu ve kurgu dışı. Aslında Adnan İslamoğulları’nın Külhan’ıyla başladım. Kitabı ayrı bir yazımda anlatacağım. Yaşadığım zamanlar, tarih gibi anlatılınca ilgimi çekiyor tabii. Sonra, Adnan benden küçük olduğu için daha yaşlıların yazdığı ve biraz daha önceden, 60’lardan başlayan biyografilere yöneldim.

Hepsini ilgiyle okudum. Önce bir nasihat: Hatıra yazacaksanız, yaşadığınız anı yazın, not edin. Yoksa beşer şaşıyor. Hafızanıza güvenmeyin. Biyografilerde, bizzat yaşadığım olayların nasıl yapyanlış hatırlanıp öyle yazıldığına şahit oldum. Kasten falan değil. Sadece yanlış. Bu hükmü vermekle, birçok arkadaşımın, “Hatıralarını yaz!” baskısını da bertaraf etmiş oluyorum. Çünkü ben de yanlış hatırlayıp yanlış yazacağım. Bundan olmalı, tarihçiler hatıratı ikinci derecede kaynak sayarlar. Günü gününe yazılmışlar birinci derecededir, temel belgelerdir.

Küçük ve kasıtsız yanlışlar, biyografi okumalarımın asıl keşfi değil. Daha büyük ve önemli bulduğum başka bir yapı belirdi. Onu anlatacağım.

CEMAATTEN CEMİYETE GEÇİLDİ Mİ?

Eski sosyoloji, insanın macerasını birbirini askerî bir yürüyüşle, rap rap takip eden çağlara ayırır. Pozitivizmin, Marksizm’in ayrı çağları var ama cemaat-cemiyet geçişi, ideoloji dışı eski sosyolojinin merkezindeki çağ değişimi. O yıllarda bilim dili Almanca iken, sosyolojinin babaları, (yoksa dedeleri mi desem) Tönnies ve Weber buna Gemeinschaft and Gesellschaft geçişi dediler. Akrabalığın, ahbaplığın önemli olduğu, köy-kabile tipi ilişkilerden şehir- toplum ilişkilerine geçilmişti. Artık meslekler ve ekonomi birinci plandaydı. Bütün dünyada ve geri dönülmez şekilde, tek ray üzerinde, rap rap rap… İş bölümü doğmuştu. Artık insanların asıl kimliği Ahmet, Mehmet değil, bakkal, memur, çiftçi falan idi…

Biyografileri okurken yaptığım büyük keşif şu: Hiç de öyle olmamış. Hâlâ cemaatlerimiz var. Gayetle sağ ve sağlıklılar. İster üniversite mezunu olsun ister olmasın, insanlar kendilerini hukukçu, matematikçi, öğretmen falan diye değil, bir kabilenin, bir cemaatin, bir Gemeinschaft’ın üyesi görüyor. Kabileden biri genel müdür, müsteşar falan mı oldu? Her meslekten adamın o kurum bünyesindeki işlere üşüştüğünü görüyorsunuz. Mevkiler siyasi. Siyasetin dünyası değişken. Dün dündür, bugün bugündür o dünyada. Dolayısıyla bu hâl kısa sürüyor. Bakan, müsteşar, genel müdür değişiyor ve o mevkiler yeni gelenlerin kabilesine veriliyor. Sonra bizim kabilenin bir başka üyesi başka bir yerde hâkim pozisyona geliyor. Haydaaa… Bizim kabile bu sefer toplu hâlde o yeni pozisyonda iş sahibi oluyor.

KABİLELER STK’LARDA

Kabileler, bir takım sivil toplum kuruluşları (STK) etrafında toplanıyor. STK yerine bir dergi, bir kurum da olabiliyor. Ben, kolaylık olsun diye hepsine STK diyeyim.

Bu hâl, yani insanların kendilerini meslek sahibi değil de kabile üyesi görmeleri, bakın hangi sonuçları doğuruyor.

Birinci sonuç: Dünyayı cemaatin at gözlükleriyle görüyorlar. Olup bitene kendilerinin sebep olduğunu, kendileri olmasa dünyanın başka türlü döneceğine inanıyorlar. Dergi mi çıkardılar; o dergi Türkiye’nin entelektüel hayatına hâkim olmuştur. İçlerinden biri kitap mı yazdı; o kitap, konusunda son sözü söylemiştir, konuyu kapatmıştır. Bakıyorum: Türkiye’nin o dergiden haberi yok. O kitap ilk baskısını bir türlü bitirememiş. Cemaat dünyaya bakmıyor. Dünya ile aralarına bir perde çekmişler, perdeye zihinlerindeki filmi aksettiriyor ve gerçek dünya yerine perdedeki o filmi izliyorlar.

DOST KABİLELER

İkinci sonuç: Cemaatin STK’sı, ideolojik planda hangi iddiada bulunursa bulunsun, asıl hedefinden bir an olsun dikkatini saptırmıyor. Asıl hedef, cemaat=kabile mensuplarına iş bulmak, geçimlerini sağlamak. O halde STK’mız, her dönemde siyasi iktidara yakın bir rota izlemeli. Öyle ya, muhalif tanınan kabilelerin geçim temin etme ihtimali düşer, hatta yok olur. Gerçekten bakıyorum: Menderes’i de tutuyorlarmış, sonra Demirel, sonra Özal, şimdi AKP… Hep dostça. STK köklendikçe de bütün iktidarlarda tayin-terfi etkileri de artmış.

Üçüncü sonuç: Siyasî partilerimiz de o cemaatlerin, STK’ların hipertrofiye uğramış hâlleri gibi. Hipertrofi, yani anormal büyüme. Onların da odağı mensuplarına, bu sefer daha küçük bir iç cemaate geçim kaynağı sağlama. Parti, kendisi iktidarda değilse nasıl olur da iktidarla dost olur? Onun da kolayı var. Koalisyon kurar, destekler. Hiç olmazsa çok üstüne gitmez. Muhalefet niçin muhalefet yapmıyor diye soruyorsunuz ya. Bir de kendini merkezde konumlandırmaya çalışır. Böylece İsa’ya da Muhammed’e de Musa’ya da çok ters düşmez.

Partiler, dernekler, ideolojik gruplaşmalar cemaat veya kabile gibi anlaşılıyor ve öyle davranıyorlarsa başlarına birer cemaat lideri, kabile reisi geçirmelerini de olağan karşılamak gerekmez mi? Niye tenkit ediyorsunuz?

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (33)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.