Eğitimde niçin yol alamıyoruz? Hatta niçin geriliyoruz? Bu sorular uzun zamandır gündemde. Gündemde demek, bir türlü doğru cevabı bulamıyoruz demektir. Belki doğru cevabı verenlerimiz var ama bu sefer de uygulayanımız yok.
Eğitimde yol alamadığımızı nereden biliyoruz? PISA sonuçlarından. OECD ülkeleri arasında sıralamanın diplerinde dolaşıp duruyoruz. (Not: Son yılda bir iyileşme var derseniz, onu biliyorum ama o gerçek değil, örneklemenin değişmesiyle ilgili az biraz sahte bir sonuç: Fen liselerinin ağırlığını arttırdık.)
Eğitim önemli bir alan. Ülkenin/ milletin geleceğine, düzeyine, refahına doğrudan etki eden bir unsur. Ancak, yukarıdaki soru ve hükümlerdeki “eğitim” kelimesini daha nice sıkıntılı alanımızla değiştirebilirsiniz. “Eğitim”i çıkarın yerine “hukuk” koyun. “Demokrasi” koyun. “Ekonomi“ koyun. “Dış siyaset” koyun… Son yirmi yılda hangisinde yol alıyoruz? Hangisinde gerilemiyoruz? Benim çevremde, bu konuların konuşulup tartışıldığı sohbetlere, “vatan kurtarma” denir. Kendimi bildim bileli vatan kurtardık. Hâlâ kurtardığımıza göre demek ki bir türlü kurtaramıyoruz şu vatanı!
Dedenizin İnterneti mi vardı?
Bazı siyasetçiler birtakım çareler buluyor. Bir çare, kurtarılamayan vatanı, nutuklar atarak, olmadı iki misli, dört misli daha sık ve uzun nutuklar atarak, kurtarılmış gibi göstermek. İddialarımız gerçeğe uymuyorsa, gerçeği iddialarımıza uydurmak. Buna post-gerçeklik diyorlar: Almanya bizi kıskanıyor!
İkinci bir çare, kendimizi dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştıracak yerde, kendi geçmişimizle karşılaştırmak. Tom Friedman, Lexus ve Zeytin Ağacı kitabında, Suriye’yi ve Hafız Esad’ı örnek göstererek bu “çare”yi anlatır: Dedenizin evinde İnternet mi vardı? Hâlbuki karşılaştırmanın kendi geçmişimizle değil, dünyadaki diğer milletlerin bugünü ile yapmak gerekir. Aynı kitapta, yazara bu gerçeği, geceleri gizli gizli İsrail televizyonunu seyreden bir Suriyeli anlatır: “Dizilerinde süpermarketleri gösteriyorlar. Renk renk kaplarda cins cins yoğurtlar var. Hâlbuki bizde tek cins yoğurt tek cins kapta satılıyor.” Ülkelerin gelişmişliklerinde yoğurdun ambalajı ölçü müdür, bilmiyorum ama Friedman’ın Suriyelisi için öyleymiş.
Karşılaştırma diktatörlerin sağlığına zararlıdır
Sovyetlerin dağılmasında da bu cins karşılaştırmalar rol oynamıştır. Batıyla gittikçe açılan arayı kapatmaya yoğun propaganda yetmeyince, bu sefer gerçeğe izin vermeyi ve acı gerçek karşısında yeniden yapılanmayı denediler. Gerçeğe izin vermeye “Glasnost” dediler. O tatlı Azerbaycan Türkçesiyle, “âşkârlık”. Türkiye ağzıyla, “âşikârlık”, açıklık… Ruslar’ın “Perestroyka” dediğine biz “Yeniden Yapılanma”, Azerbaycan Türkleri “Yeniden Gurma” dedik. Hiç biri fayda etmedi. Sovyetler birliği çatırdayıp gitti.
Kuzey Kore, evlerinde Güney Kore kaynaklı video bulunduranları cezalandırıyordu. Uçuruma dönen refah seviyesini, gittikçe açılan arayı halk görmesin diye. Bir mahallede bu suçun işlendiğini istihbar eden polis, insanlar kapı çalınınca kasetleri oynatıcıdan çıkaramasın diye mahallenin elektriğini kesiyordu.
İnsanların kendi ülkelerini kolayca başka ülkelerle karşılaştırabilecekleri bir çağda yaşıyoruz. Uydudan gizli gizli televizyon seyretmeye, gümrükten yasak videobantı kaçırmaya gerek yok.
Osmanlı geriledi mi?
Osmanlı’nın çatırdayıp çökmeye başladığı ve sonunda çöktüğü “uzun 19. asır”da, birçok ölçüye göre Fatih döneminden ilerdeydik. Fakat 15-16. asırlarda biz dünyadan hızlı gelişirken 17. asırdan itibaren yavaşladık. Buna “duraklama devri” dedik... İlerleyen Batı Avrupa’ya göre, hatta Rusya’ya göre durakladık. Sonrasına “gerileme devri” dedik. Bu aslında doğru değildi. Biz ilerlemeye devam ettik; fakat Batı bizden daha hızlı ilerlediği için görece geriye düştük. Bunu Niçin Geri Kaldık? kitabımda, tren örneği ile anlatırım. Yanımızdaki tren hareket edince biz geri geri gittiğimizi zannederiz. Hâlbuki biz sadece durmaktayız. Hatta bazen ilerlemekteyiz ama yandaki trenden daha yavaş… İşte bütün mesele budur; ilerleyenlerin gerisinde kalmak. Onlara bir türlü yetişememek. Aradaki mesafenin kapanmaması, hatta bazen açılmaya devam etmesi.
Aradaki mesafe belli bir miktarda açılınca, bu sefer devleti devlet yapan kurumlarda çöküş ve gerçekten gerileme başlıyor. Plevne’de üstün teçhizat ve dirayetle Rusları perişan eden Gazi Osman Paşa’ya, çok yakındaki kuvvetlerimizden bir türlü takviye gelmemesi; Balkan Harbi’nde yine teçhizatça düşmandan üstün ordumuzun, askerini doğru dürüst giydiremeyen, tamamına tüfek veremeyen Bulgar Ordusu karşısında bozguna uğraması kurumların çöküşüdür.
İyimser gerçek: O dökülen ordu, üç yıl içinde Kût’ül-Amâre’yi, Çanakkale’yi yaratan ordu hâline geldi.
İleri ülkelerle mesafeyi kapatmak için ne yapacağız? Bu soruya yerim kalmadı. Bir sonraki yazıya inşallah. Böylece geri kalmışlık problemimizi bir vuruşta halledeceğim… Dersem de inanmayın.