Aslında göçebe geri, yerleşik düzen ileri, çok basit bir anlayış hatasının ürünüdür. İşin aslı şu: Avcı toplayıcının oradan oraya dolaşması ile göçebe veya konar-göçer toplum yapısının hareketliliğinin bir biriyle ilgisi yoktur.
İnsan yüzbinlerce yıl avlanarak ve tabiatın verdiklerini toplayarak yaşamış. Bunu sağlamak için fert başına kilometrekarelerce arazi gerekiyor. Tıpkı doğadaki başka büyük memelilere geniş araziler gerektiği gibi.
İlk yerleşik düzen, insanoğlunun tarımı keşfiyle başlıyor. Son buz devrinin hemen arkasından; 10.000 yıl önceden… Tarım arazinin yoğun insan topluluklarını besleyebilmesini sağlıyor. Avcı-toplayı ekonomisinde geniş bir bölge bir klana, bir kavime ancak yetebiliyor. Klan veya oba veya kavim denilen bu toplum biriminin nüfusu 100-150 civarında. Tarımın icadıyla birlikte bu sayı aşılabiliyor. Yerleşik hayatta tarım sayesinde, kabile-aşiret nüfuslarına erişebiliyoruz. Binlerce insan, köylere, kasabalara yerleşip hayatlarını sürdürebiliyor. İşte verimli hilal denen, Dicle-Fırat arasından Anadolu’ya çıkıp Akdeniz kıyısından tekrar Güney’e dönen hilal şeklindeki coğrafya ve bu alanın Batı’ya, Anadolu’ya doğru uzantısı, Çatalhöyük, bu ilk yerleşikliklerin merkezi.
BİTKİLER, HAYVANLAR, EN SON DA AT
Tarım toplumunda ilk ehlileştirilen canlı, bitkiler. Otlardan arpa, buğdaya ve diğer tarım ürünlerine uzanan, insanoğlu’nun işine yarayan tohumların seçilmesiyle gerçekleşen bitki evrimi. Ottan tahıla, darıdan mısıra... Bunun ardından hayvanların ehlileştirilmesi geliyor. Ehlileştirmekle kalmıyoruz, hayvanları da seçerek kendi maksadımıza uygun hâle getiriyoruz. Koyun ve keçinin ataları, az tüylü, ceylana benzer, bugünkülerden küçük hayvanlar. Onları seçe seçe, hem daha çok et, daha çok süt veren, hem de bol yapağılı cinslere çeviriyoruz. Böylece sırf hayvancılığa dayanan bir ekonomi mümkün hâle geliyor.
Bu noktadan sonra atılan en büyük adım, atın ehlileştirilmesi. Onu da daha zaif-nahif hâlinden alıp, güçlü ve dayanıklı hâle getiriyoruz. At, bu yeni vücuduyla ulaşım için, savaşmak için, hatta büyük sürüleri yayıp denetlemek için kullanılabiliyor. Bunu beceren grupların hayat tarzı değişiyor. At sayesinde yerleşikler üzerinde üstünlük sağlıyorlar. Atı ilk ehlileştirenler M. Ö. 4000- 2000 arasında Karadeniz’le Ural Dağları arasında, Kafkasların Kuzeyinde yerleşik olduğu düşünülen bir halk, Hint-Avrupalılar. Bunlar at sayesinde, Güney’de Anadolu’ya, Batı’da Avrupa’nın Atlantik sahiline ve Doğu’da İran ve Hindistan’a kadar bütün toplulukları kültürlerine ram ediyor, hepsini kendi dilleriyle konuşur hâle getiriyorlar. Atların çektiği savaş arabaları ile… Bulgular M. Ö. 4000’de bugünkü Kazakistan’ın kuzeyinde de atın ehlileştirildiğini gösteriyor.
SÜVARİLER GELİYOR
Atın gücüyle siyasî üstünlük sağlama sırası Hint-Avrupalılar’dan sonra Türklere geçiyor. Onların bıraktıkları noktadan başlayıp Doğu’da Çin Seddi’ne ve Pasifik Okyanusu’na, Güney’de Hint Okyanusu’na, Batı’da Kuzey’den Adriyatiğe, Güney’den Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’ya kadar… Hint Avrupalılar’dan farkı, Türklerin atı askerî amaçla kullanırken arabaya koşmak yerine üstüne binmeleri. Bu M. Ö. 1000 civarında gerçekleşiyor. Atın ancak bu tarihte üzerine binilecek yapıya eriştirildiği anlaşılıyor. Üzengi, mahmuz bu teknolojinin icatları. Süvarilik, savaş arabalarından daha ileri bir adım. Bundan asırlar sonra aynı işi Moğollar yapıyor.
Hint-Avrupa, Türk ve Moğol’ların atla siyasî hâkimiyet kurmalarının hikâyesini tekstil arkeoloğu Elizabeth Wayland Barber’in Mummies of Ürümchi (Urumçi Mumyaları) kitabından okuyabilirsiniz.
O halde insanın keşif sırası şöyle görünüyor: Bitkilerin ehlileştirilmesi ile tarım ve yerleşik düzen, tarıma ehli hayvanların eklenmesi, daha sonra atın ehlileştirilmesi ile konar-göçerlik. Profesör Barber, atı ehlileştiren toplumların yerleşik tarım toplumlarına karşı ekonomik ve askerî üstünlük sağladığını anlatıyor. Barber’in değerlendirmesi ile göçebelik, yerleşik tarım toplumuna göre bir üst ekonomik, askerî ve siyasî aşama.
UYUM- UYUM- UYUM
Yerleşik tarım toplumu, avcı-toplayıcıya göre nasıl bir üstünlük sağlamışsa, konar-göçer de yerleşik tarım toplumuna karşı öyle bir üstünlük sağlamış. Nereye kadar? Aşılması zor surlarla çevrili şehirlerin ortaya çıkmasına, tüfek ve topun gelişmesine kadar. Öyle anlaşılıyor ki bizim Osmanlı tam bu değişmenin ortasında yer almış. Konar-göçer süvarilerle başlayıp barut medeniyetinde de başı çekmiş.
Birinci bin yılın sonuna kadar konar-göçerler üstün. İkinci bin yılda da bu bir miktar devam edip sönüyor. Ian Morris, Dünyaya Neden Batı Hükmediyor (Şimdilik) kitabında Çin’den, hatta Pasifik’ten, Macar Ovası’na, oradan da Roma’ya, uzanan konar-göçer koridorunun başka bir deyişle, bozkır koridorunun, 17 asırda tüfek ve topla tamamen kapanmasına, insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri diyor. Konar-göçerin üstünlüğünü bu kapanıştan bir-iki asır önce sona ermiş.
Şartlar değiştikçe şartlara uyanlar yaşıyor, uyum sağlayamayanlar siliniyor.
Teşekkürler: Yazıyı genç arkeolog, Güney Sibirya Arkeolojisi ve Şamanizm kitabının yazarı Sergen Çirkin’e gösterdim. “Avcı-toplayıcıların da hakkını yeme, onlar avlanıp toplayarak beş kıtanın beşine de hâkim oldular” dedi. Prof. Dr. Konuralp Ercilasun da bozkır göçebeliği üstüne iki makalesini göndererek büyük destek sağladı.