Bilim, edebiyat, sanat… Bunlar yıllarca emek vermeden erişilebilecek meyveler değildir. Bu hüküm, tek tek insanlar için doğrudur; toplumlar için daha da doğrudur. Fertlerle toplumlar arasında önemli bir fark var. İnsanın çabası ömrüyle sınırlı. Hâlbuki toplum, nesillerin verimlerini birbirine ekleyerek asırlar boyu olgunlaşan, üst üste konularak yükselen birikimler elde eder. İşte buna kültür diyoruz. Kültür, tek tek insanların kendi ömürleri boyunca inşa edemeyecekleri zihin değerleri, beceriler, bilgilerdir.
Eskisiz yeni olmuyor
Newton, “Ben devlerin omuzlarına tırmandığım için daha uzakları görebildim.” demiş. “Benden önceki birikimin tepelerine” deseydi daha doğru olurdu ama bu ifade alçak gönüllüğünü daha iyi anlatıyor. Bilimde yalnız devler yok. İlla deha olmak gerekmiyor. Birbirinin omuzlarına tırmanan çok sayıda kabiliyetli bilim adamı da var. Newton bütün bunların birikiminin üstüne çıktığı için mekaniğin, daha doğrusu klasik mekaniğin, kanunlarını buldu. Bu işi Roma zamanında veya eski Yunan’da, hatta kendi zamanından bir asır önce yapamazdı. Çünkü o devirlerde insanlık, henüz yeterli birikime, yeterli yüksekliğe erişmemişti.
Bir toplumda, bir kişi, bir sabah kalkıp “Yahu bizim edebiyatımız yok. Hadi edebiyat yaratayım.” diyemez. Edebiyat bir toplumun destanlarından, masallarından başlar; birike birike gelir, kabiliyetlerin üst üste koyduğu eser tuğlalarıyla yükselir. Her yazar, daha önce yazanların üslubunu, dili kullanışını, hikâye edişini, anlatışını, şiir söyleyişini özümser ve sonunda kendisi de onlar arasında sayılacak eserler vermeye başlar. Bazen onları da geçer ve toplumun edebiyat klasikleri arasındaki şerefli yerini alır.
Yaygın olarak Göktürkler dediğimiz Türk Kağanlığının bengü taşlarındaki üslubu, dil yapısını inceleyen uzmanların fikir birliği ettikleri bir sonuç var: Bunlar ilk olamaz. Mutlaka bunlardan önce bir yazılı edebiyat olmalı.
Edebiyatsız toplum da olmaz
Yazılı diyorum çünkü sözlü gelenek ancak bir yere kadar birikimi sağlayabiliyor. Nesiller boyunca içeriğini koruyarak mesajını ve stilini yazı kadar iletemiyor. Yine de sözün zaman menzili, ilk bakışta sanıldığından daha uzun. Sözlü edebiyat vezin ve kafiyeyi niçin icat etmiş dersiniz? Hikâye ve duygu, âşıktan âşığa aktarılırken kolay hatırlansın, araya yanlışlar sızmasın diye. Fakat bu önlemlerin hiçbiri yazının kalıcılığını yakalayamadı. Destanlar sözlü geleneğin ürünleriydi ama Oğuznamelerin yazılı metinleri bulununca bayram ediyoruz. Millet ve Milliyetçilik kitabımda, Michael Cook adlı bir yazardan (“A Brief History of the Human Race – İnsanlığın Kısa Tarihi-”, W. W. Norton & Company, 2003, sayfa 97.) şunları nakletmişim:
“Günümüzden dört yüz yıl önce Güney Amerika yerlilerinden bir yazar, halkının daha uzak tarihlerinde yazı bilmemelerinden yakınıyor ve İnkaların Quechua dilinde şunları yazıyordu:
“’Şimdi Hintli denilen insanlar [aslında Amerika kıtası yerlileri] daha önceleri yazı yazmayı bilselerdi, yaşadıkları hayatlar göz önünden kaybolup gitmezdi. Vira Cochalar’ın [İspanyollar’ın] güçlü geçmişleri bugüne kadar nasıl görünür kalmışsa, onlarınki de görünür kalacaktı.’”
Yazılı edebiyata zamanında geçemeyen toplumlar, kimliklerini, birliklerini sürdürememiş. Dunbar sayısı ünlüdür: İnsanın en fazla 150 arkadaşı olabilir. Dolayısıyla ilkel bir toplum sayıca bu rakamı, yani bir sülale veya klan boyunu aşamaz. “150’ye kadar” diyor Dunbar, “toplum söylentiyle, dedikodu ile idare edebilir. Bunun ötesine geçmek için edebiyat gereklidir.” Edebiyat ne yapar? Yüzlerce edibin eserini bin yıllar boyunca destanlarla, masallarla, şiirler ve düzyazılarla biriktirip bir meşale gibi nesillerden nesillere devreder. Işığı gittikçe artan bir meşale gibi… Toplum böylelikle toplum olur; millet olur.
O deha öyle toplamış ki bizi
Müzik de öyledir. Unutmam, kızdığım için unutmam, biri, müziğin günah olduğunu yazdıktan sonra hükmüne şöyle bir istisna eklemişti: “Ancak Itri, Tekbir’i besteleyerek makbul bir iş yapmıştır.” Cahilin bilmediği, anlamadığı şuydu: Arkasında asırlara uzanan bir musiki birikimi yoksa Itrî bir sabah kalkıp, yahu hadi bir Tekbir besteleyeyim, deyip o şaheseri yaratamaz.
Cartizm adını verdiğim yaklaşıma göre işler böyle yürür. Itrî bir sabah uyanıp Tekbir’i besteler. Einstein bir gün yemekten sonra dinlenirken, her şey birbirine göre izafi galiba deyip teorisini yumurtlar, Kopernik de uykuya dalmadan “Yahu galiba güneş bizim etrafımızda dönmüyor da biz onun etrafında dönüyoruz.” der. Ve Bilge Kağan’a bir gün ilham geliverir ve taşa, “Üze kök tengri, asra yağız yer kılındıkta, ikin ara kişioğlu kılınmış.” yazdırıverir.
Hayat ne kadar kolay değil mi?
Tabi ki öyle kolay değil. Bin yıllara uzanan birikimimiz var. Bakın 20. asrın edebiyat devi Yahya Kemal, üç asır önceki müzik devi Itrî’nin en azından Osmanlı döneminde bizi biz yapanlardan biri olduğunu nasıl anlatıyor. Bunu anlatırken kendisi de birikimimizin üzerine birikim koyuyor.
…
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.