Ülkeyi şirket gibi yönetmek sözünü, duymuştuk. Acaba neydi bu? Ne kastedilmişti?
Mesela, bilançonun ve gelir tablosunun yönetim kurulu üyelerine açık tutulması mı? Veya her genel kurulda ortaklara “okunup” ibra alınması mıydı? Bakayım şu anda genel kurul zamanı için mevzuat ne diyor? Her hesap devresinin sonunda ve en az yılda bir kere… Bu mu kastedilmişti?
Şirketler aslında demokratik kuruluşlar. Yönetim, genel kurul üyelerini seçip tayin edemez. Aksine en geç her yıl, genel kurul yönetimi ibra eder, yani temize çıkarır veya çıkarmaz. Seçer veya seçmez. Harcanan ve kazanılan her kuruşun hesabı ortaklara açıktır. Ortaklara karşı “ticari sır” yoktur, düşünülemez.
KALİTE YÖNETİMİ
Bunlar mı kastedilmişti? Yoksa ülke şirket gibi yönetilirken vatandaşların ortak sayılmaması, hesaplara ulaşmak, yönetimi ibra etmek ve seçmek yerine bol bol televizyon seyredip şükretmesi mi?
Galiba bir düzine olmalı, anonim şirket yönettim. Şirkete “kalite” denilen şeyi getirmeye kalktığımda da ilk öğrendiğim, her işin nasıl yapılacağının kaydının bulunmasıydı. Bu “iş” dediğime “süreç” deniyordu ve her sürecin bir algoritması vardı. Niçin? Çünkü yazılı algoritmalar sayesinde işlemler, her seferinde doğru yapılıyordu. Kalite buydu. Her seferinde aynını yapmak, her seferinde ve tek seferde doğru yapmak.
Genel müdürdük, yönetim kurulu üyesiydik, yönetim kurulu başkanıydık… Fakat hiç birimiz iş arkadaşlarımızın birkaç boy üstünde, yanılmaz, sorgulanamaz adamlar değildik.
ÖLÇMEK- ÖLÇMEK- ÖLÇMEK
O algoritmaları, o talimatları nasıl hazırlıyorduk? Kendi yaptığımız işlerse, hep beraber hazırlıyorduk. Yok, eğer biz yönetiyor da başkaları yapıyorsa, onlara hazırlatıyorduk. Maksat süreçlerin belirlenmesiydi, yeknesaklıktı. Yapılan her seferinde aynı yapılıyorsa ölçmek de kolaylaşıyordu.
Hangi süreçlerimizin iyi, hangilerinin kötü, hangilerinin orta olduğunu ölçebiliyorduk. Çünkü işleri Ahmet başka, Ayşe başka türlü yapmıyordu, yapamıyordu. Sonra, benzer işleri yapan, başka şirketlerin aldıkları sonuçlarla da karşılaştırabiliyorduk. Biz mi iyiydik, onlar mı? Cevap “onlar” ise onların nasıl yaptığını öğreniyorduk. Saçımız her gün önümüze dökülüyordu ve rengini görebiliyorduk. Hem biz, üst yönetim, görüyorduk hem de işi fiilen yapanların kendileri. Hâlâ “Daha iyisi var mı?” diye soruyorduk. Her zaman daha iyisi vardı. Kendi bilgi ağımız yetmediğinde, uluslararası alanda uzmanlıkları tasdik edilmiş akademisyenlere başvuruyorduk. Pazarlama için Prof. Dr. Güliz Ger’e danışmalarımızın sayısını unuttum. Arama konferanslarının zirvesi Prof. Dr. Oğuz Babüroğlu’na da.
DOĞUŞTAN HER ŞEYİ BİLENLERDEN DEĞİLDİK
Her şey yazılıydı, ama ölçme ve mukayese ve öğrenme sayesinde, o yazılı olan şeyi de devamlı iyileştiriyorduk. Daha kolay, daha verimli, daha masrafsız olsun diye; falanca öyle arzu etti, filancanın çıkarı başka türlü diye değil. Süreç algoritmasına herkes uyardı.
Devleti şirket gibi yönetmekten bu mu kastedilmişti acaba?
İşleri, şahsiyetimizin bir parçası olarak değil, kendi dışımızda problemler diye görüp nasıl yapacağımızı belirlemek, kayda geçirmek ve hep öyle yapmak; daha iyi bir yol bulunduğuna ikna olana kadar değiştirmemek.
Süreçleri ve süreçlerin yönetimini eşimize, dostumuza değil, bilene, en iyi yapacak olana vermek.
Ölçmek, karşılaştırmak, karşılaştırmak, karşılaştırmak. İçimizde karşılaştırmak, dışımızda karılaştırmak, Türkiye çapında karşılaştırmak, dünyadakilerle karşılaştırmak. Bizim bilgimiz yetmediğinde uzmanına danışmak. Onlar vasıtasıyla, dünyadaki en iyilerle kendimizi karşılaştırmak.
BİLMİYORUM AMA ÖĞRENECEĞİM
Ölçmek ve karşılaştırmak zorundaydık, çünkü doğuştan her şeyi bilenlerden değildik. İşlerimizi o kadar keyifle yapıyorduk ki… Arada sırada kendi aramızda özdeyişler uydururduk. Bu bana ait, sevdiğim bir tanesidir: “Bu işi daha iyi yapmanın bir yolu var. Fakat onun ne olduğunu bilmiyorum. Araştıracağım, bulacağım ve öyle yapacağım.”
Bilmiyorum ama öğreneceğim demek ne güzel şey! Acaba ülkeyi şirket gibi yönetmekten bunu mu kastetmişlerdi?
Yapıp ettiğimizi, ortaklarımıza her yıl açıklamak ve onlara hesap vermek zorundaydık; ama bir yıl bu iş için çok uzun bir vadeydi. Şirketin bütün çalışanları, bütün ekipler, neredeyse her gün, yalnız kendi performanslarından değil, işletmenin tamamının performansından da haberdardı. Ayda bir bu “haberdarlık”, rakamlara dökülürdü; çünkü şirketin başarısı ve kârı, onların başarısı ve onların pirimi demekti. Yöneticilerin ve yönetici yakınlarının değil, temizlikçiye kadar herkesin.
Evet, pırlanta değerinde şirketlerdi ve pırlanta değerinde başarılara, yeniliklere imza attılar.
Keşke ülke, o anonim şirketler gibi yönetilse.