Yüzüncü yılında Sakarya’yı tekrar okuyorum ve okudukça kızıyorum. Bizim tarih müfredatımıza, tarih eğitimimize kızıyorum. Tarih, birkaç insan, birkaç yer ismi saymak olmamalı. Tarih zaferleri kutlayıp yenilgileri unutturmak da olmamalı.
Ne olmalı tarih? O günlerin düşüncesini düşündürmeli, o insanların ümitlerini, endişelerini tıpkı o insanlarmışız gibi bize yaşatmalı. O insanların kavramlarıyla düşünmemizi sağlamalı. Bizi, âdeta onların arasında, onların içinde yaşatmalı.
Siz bu yazıyı 27 Ağustos günü okuyorsunuz. Yunan, birkaç gün önce, Ağustos’un 23 ve 24’ünde Sakarya’yı geçti, Mangal Dağı’nı işgal etti. Bizim asıl kuvvetlerimiz Göksu boyunca, Beylik Köprü ile Haymana arasında mevzilenmişti. Dün ve evvelsi gün, Beylik Köprü’de düşmana ağır zayiat verdirdik. Mangal Dağı’na taarruz ettik ama alamadık. Dün, Kara İlyas ve Kartal Tepe düştü; düşman Eskişehir- Ankara demiryolunu ele geçirdi. Mustafa Kemal, hükûmetin derhâl Keskin’e taşınması emrini verdi. Fakat ertesi gün, yani yüz yıl önce bu sabah, Yunan’ın artık zorlukla ilerlediğini görünce, emri iptal etti. Bu ikinci taşının-taşınmayın emir değişikliğiydi. Yine de hükümet arşivleri tahliye edilmiş ve Eylül’ün ikinci haftasında Kayseri’ye varmıştı. Taşınmanın söylentisi bile moral çökmesine sebep olurdu. Açıktan telaffuz edilmedi.
Yıpratıp durdurabilecek miyiz?
Stratejimiz, ikmalini İzmir ve İzmit’ten alan düşmanın, mesafe ve lojistik hatları uzadıkça gücünün tükeneceği üzerine kuruluydu. Rus-Japon Harbi’nde Rusların başına gelen gibi… Veya daha iki yıl önce, Moskova’ya yürüyen Denikin’in ikmal hatları uzadıkça tükenmesi gibi. Birkaç yıl önce taarruz halindeki Alman ordusunun müttefik direnci karşısında bitişi gibi. Fakat Mustafa Kemal ve komutanlar yıpratma stratejilerinin başarıya ulaşıp ulaşmayacağından son ana kadar emin değillerdi. Kim emin olabilir ki? “Stratejimiz yıpratmadır, Yunan’ı içlere çekeceğiz.“ diye bir açıklama yapamazlardı. Onun yerine başkomutan şu emri verdi: “Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa vardır. Bu satıh da bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terkedilemez.” İşte okullarda, yayınlarda, papağan gibi tekrarlanan emir budur ama ne sebebi anlatılır ne sonucu. “Hat-tı müdafaa, sath-ı müdafaa” yazan cahiller de cabası.
Atatürk, Nutuk’ta gerekçeyi açıklıyor: “Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği nazariyesini çürütmek için memleket müdafaasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi faideli ve müessir buldum.”
Birlikte çalıştığım, en iyi üniversitelerimizden birinin mezunu ve tecrübeli bir tarih öğretmeniyle bu konuyu konuşmuştum. Sohbetin sonunda bana şöyle söyledi: “Yıllardır okulda Sakarya’yı anlatırım. İlk defa ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.’ emrinin manasını anlıyorum!”
Dili olanlar ve kalbi olanlar
Bu, öğretmenin bilgisizliğini veya benim bilgimi gösteren bir hâl değil. O kesinlikle benden çok tarih biliyordu. Ama biz tarihi de diğer konuları da çoktan seçmeli sınav çözecekmişiz gibi öğretiyor ve öğreniyoruz. Bir de hamaset yapalım diye. Bu öğretimin içinde ne mağlubiyetin hüznü, ne mücadelenin gerilimi ve endişesi, ne de zaferin göğüs dolduran neşesi vardır.
Lise tarih öğreniminden bahsetmiyorum. Daha doğrusu sadece ilk on iki yıllık tarih öğreniminden bahsetmiyorum. Hem onlardan hem de üniversitedeki tarih öğreniminden bahsediyorum.
Yahya Kemal, tam da o yıl, Sakarya- Ankara arasında döğüştüğümüz 1921’de, tam yüz yıl önce, şöyle yazıyor: “Kalbi olanların dili yok; dili olanların kalbi yok. Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu; bu devir bir taraftan ağrılarıyle, sızılarıyle, acılarıyle, ölümleriyle, mâtemleriyle, hasretleriyle, bir taraftan da atılışlariyle, isyanlariyle, ümidleriyle, emelleriyle, hârikalarıyle o kadar feyyaz bir devirdir.”
Şiir ve nesir yerine tarih yazımı koyun. Bir şey değişmez. Kalpsiz, ruhsuz ve o kadar da mantıksız bir tarih anlatıyoruz. Hoş, bütün toplum bilimlerinde, bütün tabiat bilimlerinde de o hâldeyiz. Evet, yanlış yazmadım. Tabiat bilimleri de kalp ve ruh ister. Alanınız ne olursa olsun, konunun içinde mantığınızla birlikte yüreğiniz de yoksa birinci sınıf iş çıkaramazsınız.
Konudan saptım. Bundan tam 100 yıl önce o insanların, o kahramanların konudan sapma lüksü yoktu. Ya başaracak yahut öleceklerdi. Ama hepsi değil. Yunan ilerlemesi bazılarının morallerini bozmuştu.
Asker kaçağı sayısı artmıştı. Polatlı- Ankara yolundan her geçtiğimde, yol boyunca asker kaçaklarının asıldığı darağaçları gözümün önünde canlanır. Ali İhsan (Sabis) Paşa, darağacı kurmaya vakit harcamazmış. Tabancayla oracıkta infaz edermiş.
Sonra stratejinin öngörüsü gerçekleşmeye başladı. Tam 100 yıl önce bugün, 27 Ağustos 1921 günü, Yunan ağır zayiat vererek Güzelkale’yi ele geçirirken Türk süvarisi Yunan karargâhını bastı. General Papulas zorlukla kaçıp canını kurtardı.
Sakarya’ya devam edeceğim.