Geçen hafta ABD’de, Başkan Trump ile onun rakibi başkan adayı Biden, televizyonda, halk önünde tartışmış. Sert geçmiş, bir öbürüne “palyaço” demiş falan. Bu tartışma beni eski Türkiye’ye götürdü.
NE GARİPMİŞ ŞU ESKİ TÜRKİYE!
Yaşı tutanlar eski Türkiye’nin şimdiki Yeni Türkiye gibi olmadığını bilirler. Gençler; ister inanın, ister inanmayın, bir zamanlar parti liderleri bizde de hep birlikte televizyona çıkıp tartışırlardı. İktidarıyla muhalefetiyle. Biz de hep beraber seyrederdik. Mesela bakın, 1991’de Türkiye seçim arifesindeyken, Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Mesut Yılmaz, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Sosyalist Parti Genel Başkanı Doğu Perinçek, Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti Genel Başkanı Erdal İnönü’nün programı var, TRT’de. TRT, majestelerinin televizyonu olmadığı için tarafsızlık içinde hepsini birden ve eşit şartlarda halka sunuyor. Şuradan. https://youtu.be/iooiiwunWlM seyredebilirsiniz.
Bundan dört yıl sonra, 1995’de, yine seçimlerinden önce, Kanal D’de, Seçim Arenası adıyla bir program yapılmış. DYP Genel Başkanı ve Başbakan Tansu Çiller, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Anavatan Partisi Başkanı Mesut Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit halkın önünde tartışmışlar… Saatlerce. Programın yarım saatlik bir kısmı, https://youtu.be/BIhZbJ6AVxg adresinde duruyor.
Z kuşağı seyrederse ağzı açık kalır. Hoş Trump- Biden tartışması karşısında da gençlerin ağzı açık kalır. Düşünebiliyor musunuz? Bizim Cumhurbaşkanımız, seçimde karşısına çıkacak adayla birlikte, diyelim Kemal Kılıçdaroğlu ile televizyona çıkıp tartışıyor! Ya… Olacak iş mi?
SÜPERMEN!
Demek ki eski Türkiye’de de bu acayip şeyler oluyormuş. Maazallah bazı bakımlardan o zamanlar ABD gibiymişiz. Tevekkeli değil bugün bizi kıskanmaları. Bizde insanlar haddini bilir. Bilmezse bildirilir. Faturası ödetilir. Hiç itibar, falan bilmiyor mu bu adamlar!
Şimdi ciddî ciddî, biz neden böyle değiştik diye sormak istiyorum?
Eskiden halkın önüne birlikte çıkıp tenkitlere cevap verebilirken, bugün neden veremiyorlar? Nasıl oluyor da dün bütün parti liderleri eşitken bugün değil? Birini diğerlerinin teker teker hepsinden kat be kat üstün kılan nedir? Hatta diğerlerinin teker teker hepsinden değil, diğerlerinin toplamından üstün kılan? Rahmetli fikir adamı Galip Erdem’i hatırlıyorum. Bir mecliste, böyle süpermenlik, übermenşlik taslayan bir arkadaşa, şöyle demişti: “Bak! Çok akıllı olabilirsin. Hatta tek tek hepimizden daha akıllı olabilirsin. Fakat bu odadakilerin akıllarının toplamından daha akıllı olamazsın.” O arkadaş da o kadar akıllı değildi zaten. Olsa, o havalara, o hallere girmezdi.
HESAP VEREBİLİRLİK
Devlet yönetiminde “hesap verebilirlik- accountability” diye bir kavram var. Devlet teşkilatının her kademesinde, en tepeden en küçük birime kadar, yöneticilerin yönetilenlere hesap vermesi kastediliyor ve hesap verme mekanizması yoksa o yönetim şekline demokrasi denmiyor.
Hesap verebilirliğin hukuk yönünü hukukçulara bırakayım. Siyasî liderlerin birlikte televizyona çıkıp bir birlerinin sorularına cevap vermesinin de bir hesap verebilirlik olduğunu düşünüyorum. Demokraside bu olmalı; değil mi?
Hesap verme sadece hesap soranın yararına değildir. Hesap veren de inandırıcı bir şekilde tezlerini destekleyebilir, açıklayabilir. Tek taraflı, hesap soran olmadan, öfke ve nefretle yapılan açıklamalar, dinleyenlerdeki etkisini giderek kaybediyor. Sırf yandaşlardan kurulu sözde soru- cevap programları da tesirsiz. Bunlar insanların tereddütlerini gidermekten ziyade taraftarların ağzına yeni sloganlar vermeye yarıyor. Böyle programların, böyle ortamların bir ismi var: Yankı odası, aksiseda odası! Yankısı bol bir ortamda söyledikleriniz size döner ya. Sadece kendinizi dinlersiniz aslında.
KENDİNE GÜVENMEYENİN KAÇIŞI
Hesap verebilirlikten kaçışı yalnız siyasette değil, iş hayatında da, akademik hayatta da gördüm. Orada da herkesten, bütün mesai arkadaşlarının toplamından daha akıllıymış havasına giren tipler vardı. Yönetim Kurulu toplantısına girmeyen Yönetim Kurulu Başkanları… Kurulu toplamamaya çalışan, mevzuat karar gerektirdiğinde, üyelere imzalasınlar diye kâğıt dolaştıran başkanlar. Hatta imzalanmış boş kâğıt kullananlar. Fakülte Kurulu toplamaktan çekinen dekanlar. İşin aslı şu ki, onlar da süper akıllı olduklarını, diğerlerinin fikirlerinin dinlenmeyecek kadar kendilerininkinin aşağısında olduğunu düşünmüyorlardır aslında.
Ya ne düşünüyorlardır?
Halleri, kendini üstün görmenin tam aksidir. Burnu havada, kimsenin seviyesine inmem, onlarla konuşmam gösterisi, aslında, kaçış ve korku ifadesidir. “Ben hasbelkader buraya geldim. Bu benim becerebileceğim bir iş değil. Sorgularlarsa aşağı düşerim. En iyisi hiç muhatap olmayayım.” hesabıdır onları kaçıran.
Hesap verme olmalı. Demokrasi de. Yoksa yanılıyor muyum? Yoksa bunlar da başkalarının hikâyelerinden mi?
NOT: Şimdi bazı yorumları okuduğum meydana çıkacak! Cuma yazımda Rothschild ismini yanlış yazmışım. Düzelten okuyucuma teşekkürler. Ve aylardır içimde tuttuğum teşekkür Hacı Murat’a: Eşek yavrusu, bebek eşek demişim de güzelim “sıpa” kelimesini kullanmak aklıma gelmemiş. Yerden göğe haklısınız. Kendime çok kızdım, samimiyetle…