Nobel edebiyat ödülleri tıpkı barış ödülleri gibi büyük ölçüde siyasi ödüller aslında. Siyasi derken dünyayı yöneten gizli bir cemiyetin üyelerinin karanlık bir odada toplanıp “bu sene falancaya ödül verilsin” diyerek düğmeye bastıklarını kastetmiyorum. Dolayısıyla “Sırplar Boşnakları katletmedi” diyen Peter Handke’ye de bir komplo çerçevesinde verilmedi ödül.
Ancak şu var: Bu ödüller, belki ödüllendirme kurumunun doğası gereği, Batı dünyasında hâkim olan hissiyata ve özellikle Avrupa entelektüel kamuoyundaki genel eğilimlere en azından ters düşmeyecek bir anlayışla belirleniyor.
Demek ki “Sırplar Boşnakları katletmedi” diyen birinin ödül alabilmesi Avrupalıların bu meselede böyle bir bakışa kapalı olmadığını gösteriyor.
Bazıları diyor ki “Avrupa’da düşünce özgürlüğü diye bir şey var kardeşim. Yazarın edebi başarısı başka, siyasi görüşleri başka bir konu. Nobel jürisi bunları birbirine karıştırmadan bu ödülü vermiş işte.”
Keşke bu doğru olsa. Ama doğru değil. Sözgelimi Holokostu inkâr eden bir yazara verilebilir miydi bu ödül? Holokosta kadar gitmeyelim, faraza Orhan Pamuk “Ermeni tehciri soykırım değildir” deseydi bu ödülü alabilir miydi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki bunun ne imkânı ne de ihtimali sözkonusu olurdu. İsveç akademisinin jüri üyeleri Türk romancının eserlerine ayılsalar da bayılsalar da ödül vermeye kalkışamazlardı.
Ama aynı ödül “Sırplar Boşnakları katletmedi” diyen bir yazara verilebiliyorsa bunun sebebi sözkonusu iki olay konusunda ödül jürisindeki kişilerin bizimkinden farklı bir görüşte olmaları değildir, bu görüşün Avrupa kamuoyu nezdindeki meşruiyetidir.
***
Nobel ödülleri rastgele kişilere sırf yazdıkları eserlerin edebî kalitesi var diye verilmiyor. Winston Churchill’in bile bu ödülü aldığını unutmayın. Soğuk Savaş döneminde ödüllendirilen Rus yazarların hepsinin antikomünist -veya hiç değilse rejime mesafeli- kimlikte olması tesadüf olamaz herhalde. T.S. Eliot’ın ödül alıp “il miglior fabbro” Ezra Pound’un almaması da öyle.
Bu ödülü kazanan “ilk Müslüman yazar” olan Mısırlı Necip Mahfuz’un öne çıkan özelliği ülkesinin İsrail’le yakınlaşmasını destekleyen politik tavrıydı. Aslında ödül her ne kadar Necip Mahfuz’a verilmiş gibi görünüyor olsa da asıl muhatabı Mısır hükümetiydi. Mahfuz’un veya Mahfuz gibi bir yazarın başka türlü bir konjonktürde bu ödülü alması düşünülemezdi. Mahfuz’un edebiyat ödülü Avrupa kamuoyunun o sırada Mısır’da olup bitenlere yönelik bakışının ifadesinden fazla bir şey değildi.
Nobel edebiyat ödüllerinin belirlenmesinde “edebi değer” kriteri hiç rol oynamıyor demek elbette doğru olmaz ama bilhassa “üçüncü dünya” yazarlarının ödüllendirilmesinde bu kriterin de bir hayli gevşetilerek tercihlerde bulunulduğu ortada.
***
2005 yılında “Artık Orhan Pamuk’a da sıra geldi” diye yazmıştım. Çünkü hem mezkûr yazarımız bu ödülü hak etmek için gereken her türlü girişimi fazlasıyla yapmış hem de Türkiye’nin o günlerdeki yönelimleri Avrupa’nın ilgisini fazlasıyla çeker bir haldeydi. Hatta Türkiye ile AB arasındaki tam üyelik müzakereleri o sıralarda başlamıştı (3 Ekim 2005). Ayrıca Kıbrıs’ta çözüm arayışları başta olmak üzere Türkiye’nin başlattığı bazı politikalar da Avrupa’dan destek görüyordu. Türkiye hem “dindar” hem de “liberal demokrat” kimliğini bir arada üzerinde taşıyan hükümetiyle Ortadoğu’daki diğer Müslüman ülkelere “model” olarak gösteriliyordu. Neticede ertesi yıl (2006) Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü kazanması sürpriz olmadı.
Necip Mahfuz için söylediğimi Pamuk için de söyleyeceğim: O ödülü Türk romancıya verdiler ama aslında Türkiye’deki toplumsal ve politik atmosfer başka türlü olsaydı, edebî kalitesine ve Avrupa’daki edebiyat muhitlerinin onca sempatisine rağmen yıllarca hep aday olarak kalan Yaşar Kemal gibi Pamuk için de Nobel ödülü uzak bir hayalden ibaret kalabilirdi.