Einstein’a atfedilen bir çok söz dolaşıyor internet evreninde. Onlardan biri şu: Dünyayı kurtarmak için bir saatim olsaydı elli beş dakikasını problemi tanımlamaya, kalan beş dakikayı da çözümü bulmaya ayırırdım.
Büyük bilginin ağzından çıkmış olsun olmasın, karşımızdaki problemin adını doğru koymanın gereğini ifade eden önemli bir uyarı bu. Unutmayalım ki hastalığın kesin teşhisi konulmadan alelacele tedaviye başlamak fayda yerine daha fazla zarara da yol açabilir.
Bugün Türkiye’de yaşanan problemin de adını doğru koymak zorundayız. Bunu yapmazsak dertlerimize çare bulmamız zorlaşır.
Bizim bugün yaşadığımız problem, sözgelimi, enflasyon problemi değil. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk da değil problemimiz. Bürokraside aksama değil, yasaların yetersizliği değil. Hatta tek başına yönetim kadrolarının belirli olumsuz nitelikleri de değil.
Böylesi problemlerin mevcudiyeti elbette gerçek. Ancak bütün problemlerin altındaki asıl problem ülkenin yönetilemez durumda oluşudur. Halktan yönetme yetkisi alanların devlet cihazını yönetememesidir.
Devlet makinasını yönetme sorumluluğunu üstlenenlerin bu makinayı yönetemiyor oluşlarının -daha doğrusu kısa zamanda yönetilemez duruma getirmelerinin- birden fazla sebebi var. Biri niyetleriyle ilgili. O kadarını söylemiş olayım. Bir diğeri ehliyetle ilgili.
Ama en belirgin sebep devleti yönetenlerin benimsediği yönetim felsefesinin devlet yönetmeye izin vermemesi. Modern otokrasinin doğası milletin dertlerine çare bulmaktan, ülkeye huzur ve refah getirmekten ziyade geminin dümenini ele geçirenlerin pozisyonlarını muhafaza etme ihtiyaçlarının gereklerini öne çıkarır.
Bilindiği gibi, otokrasi, devleti yönetme yetkisine tek bir kişinin tek başına ve yasal denetimden veya hukuki kısıtlardan azade şekilde sahip olması demek.
Mutlak monarşi tarihteki en bilinen otokrasi modeli. Ama bugün biz otokrasi derken daha ziyade monarşik olmayan otokrasileri kastediyoruz. Kişi kültünün üzerinde yükselen otoriter yönetimleri.
Yirminci yüzyılın otokrasilerini hatırlayın. Birtakım toplumsal değerleri, ahlaki ilkeleri, milli duyguları, felsefi kavramları, uhrevi inanışları kendilerine kalkan yaparak ve milletin bir kısmını öbür kısmına düşman ederek sürdürülmeye çalışılan iktidarları. Bunların tamamına yakını 19. yüzyılın “Bonapartist demokrasi” modelinden ilham alan rejimlerdir. Bir diğer ilham kaynağı da uzun insanlık tarihinde sıkça görülen merkezi krallıklardır.
Otokrasinin sözlük anlamı kendi başına yönetim. Eski Yunanca autos (kendi) kelimesi kullanılarak türetilen ‘otomobil’de veya ‘otomatik’te olduğu gibi dışarıdan yardıma ihtiyaç duymadan kendi kendine yapılan bir eylemi ifade ediyor.
Peki, devlet her hangi birinin kendi başına yönetebileceği bir aygıt mı? Yönetse yönetse ne kadar yönetebilir, nereye kadar yönetebilir? Günümüz itibariyle kurumların tecrübe birikimi, anayasanın
sınırları, yargının ve parlamentonun denetimi, sivil toplumun görüşü, basının eleştirisi vs. olmadan devlet yönetilebilir mi?
2018 anayasa referandumunda halkın yüzde 52’sinin evet demesiyle böyle bir yönetim modeline resmen geçtik. Evveliyatı da var ama o başka konu. Başlangıçta eşitler arasında birinci durumda olan genel başkanın “reislik” makamına terfi etmesi yalnızca kişisel hırslarla tefsir edilebilecek bir olay değil. Toplum olarak zihin genetiğimizde taşıdığımız siyaset anlayışının, devlet algısının, lider fikrinin vs. de payı var burada.
Türk tipi başkanlık modeli de tarihî realiteyle ilgisi pek olmayan bir tarih tasavvuru dolayımında zihinlerde kabul görebildi biraz da.
İçimizden birine Kanuni Süleyman’ın yetkilerini verirsek Kanuni devrindeki gibi güçlü bir devlet olabileceğimize inanan kaç kişidir bilmiyorum ama Türk tipi başkanlık rejimi böyle tanıtıldı. Altında böyle bir heves vardı. Bu yoldaki propaganda toplumun bilinçaltındaki “dizginleri eline almış, güçlü ve dirayetli padişah” figürü özlemine hitap etti. Avrupalıların “Muhteşem Süleyman” dedikleri Kanuni figürü temsil eder zihinlerimizdeki ideal devlet başkanını…
Yanında bir Sokollu Mehmet Paşa’sı, bir Kemal Paşazade’si, bir Barbaros Hayreddin’i, bir Mimar Sinan’ı olmayan bir Kanuni tasavvuru ama bu…
Yavuz Selim’in oğlu olmayan ve eğitimini Topkapı Sarayı'ndaki Enderun’da alıp 14 yaşında Sancak Beyi olarak devlet cihazının nasıl işlediğini öğrenmiş olmayan bir Kanuni…
Devlet kurumlarını kaale almayan, uzmanlığı, tecrübeyi, yetki dağılımını, yerleşik kuralları önemsemeyen bir Kanuni…
Yani aslında Kanuni’den ziyade II. Abdülhamid…
En azından Tanzimat’tan bu yana adım adım gelinen mesafeyi bir anda sıfırlamanın gerekçesi işte zihinlerimizdeki bu model…
Gerçi biz modern devletin inşası ve yönetimde milli iradeyi hakim kılma yürüyüşünü bir adım ileri iki adım geri temposunda yapmaya alışkınız. Söz gelimi 1909 Anayasasının padişahın elinden aldığı yetkileri 1924 Anayasası çok daha fazlasıyla cumhurbaşkanına tevdi etmişti. Ondan sonra 1946 ve 1960 duraklarını geçtik. Biraz geriledik, biraz ilerledik. Nihayet 2018’de yine en başa döndük.
Ne var ki bu tarihin öncesinde başlayarak atılan adımlar neticesinde oluşturulan şahıs yönetimi giderek güçlendi ama güçlendikçe yönetme kabiliyeti de giderek azaldı. Çünkü devleti devlet yapan unsurlar etkisizleştikçe devleti yönetmek de giderek zorlaşır. Mesele özünde budur.