Cumartesi yazıları
Mimari literatüründe “geleneksel Türk evi” diye adlandırılan bir konut modeli vardır. Daha Selçuklular zamanında örnekleri görülmeye başlanan ve bilhassa Osmanlı devrinde asıl özelliğini kazanan bu yapı modeli başta İstanbul olmak üzere Anadolu’daki ve Rumeli'deki şehirlerimizin kimliğini ve karakterini şekillendirmiştir. Bugün ancak birkaç örneği ayakta durabilen, çoğu eski fotoğraflarda veya Melling, Ayvazovski, Zonaro gibi yabancı, Hoca Ali Rıza gibi Türk ressamlarının tablolarında kalan, bir bir kaybolmakta olduğunu fark ettiği geçmişin izlerini kayda almak için didinen Süheyl Ünver’in sayısız çizimlerinde yaşayan bu evlerin üstün bir estetiği temsil ettiği muhakkak.
Ancak zamanla, yine İstanbul’dan başlayarak, mimari gelenek yeni ihtiyaçlar ve yeni anlayışlar doğrultusunda değişim ve dönüşüm içine girdi. Avrupa kaynaklı yaşayışın benimsenmesi oranında yine Avrupa kaynaklı bir estetik anlayış ve bir fonksiyon ihtiyacı yeni mimari sitillerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Özellikle 19. yüzyılda Art Nouveau tarzı yapılar Pera bölgesinde ve Boğaz kıyılarında yeni bir kimlik oluşturdu.
Sur içi İstanbul’un geleneksel mimarisi ise yenilenemedi. Daha doğrusu bu bölgenin kimliğini oluşturan ahşap ağırlıklı eski konutlar birkaç asır boyunca yangınların, savaşların, yoksulluğun, ilgisizliğin tahribatını yaşadıktan sonra 1970’lerden itibaren çirkin betonarme apartmanlara dönüştü.
Aslında konuyu deprem konutlarına getirmek için yaptım bu girizgahı… Malum, depremde yıkılan şehirlerimizin yeniden inşası konusu gündemde şu an… Estetik duyarlığı olan kimilerimiz soruyor: Bu konutlar Türk evi modelinde mi yapılacak? Cevap hayır. Neden? Çünkü geleneksel Türk konut mimarisi bugünün ihtiyaçlarını karşılayamaz deniliyor. Bahçeli, avlulu, en fazla üç katlı evler bugünkü şehirlerin nüfusunu taşıyabilecek bir konut planlamasına uygun bulunmuyor. Nitekim İstanbul’da, Erdoğan’ın tabiriyle, yatay mimari yerine dikey mimarinin tercih edilmesinin sebebi de buydu.
Vaktiyle başka imkân bulup sanayi tesislerini, ticaret komplekslerini ve dolayısıyla ülke nüfusunu belli bölgelere ve belli şehirlere yığmamış olsaydık şimdiki şartlar da farklı olabilirdi belki. Ama öyle olmadı maalesef ve bugün bilhassa metropoller için durum bu.
Ancak, son depremde yıkılan şehirlerimizin yeniden inşası konusunda farklı bir durum söz konusu olamaz mı?
Bu hususta özellikle tarihi ve kültürel dokusunu belirli ölçüde koruyagelmiş az sayıdaki şehirlerimizden biri olan Antakya için bazı çalışmaların düşünüldüğünü duyuyoruz. Ancak aynı ilimizdeki başta İskenderun olmak üzere diğer şehir ve kasabaların “Tokiland” mimarisine teslim edilmesi de gerekmiyor.
Keza, deprem bölgesindeki diğer yerleşim yerleri de nüfusları itibarıyla dikey mimari ihtiyacının baskısı altında değiller. Bu şehir ve kasabaların hemen birçoğunun geçmişten bugüne taşıdıkları -son dönemlerde epeyce tahrip olmuş, hatta yer yer ortadan kalkmış olsa da- kendilerine özgü bir dokuya sahip oldukları unutulmamalıdır.
Dolayısıyla henüz felaketten iki hafta sonra davet usulü ile ihale edildiği duyulan -ama hangi araştırmaya, hangi planlamaya hangi teknik hesaplamalara göre projelendirildiği bilinmeyen- yeni konutların inşasında yerleşim alanlarının kültürel kimliğini, tarihî ve doğal çevresini hesaba katacak bir çalışma yapılması mümkün olabilir.
Ancak bu mümkünün muhtemel hale gelebilmesi için kamuoyundan bir baskı olması lazım. Görebildiğim kadarıyla bugüne kadar bu hususta ses çıkaran fazla kişi ve kuruluş olmadı. Bu da normal. “Bunlar estetik mestetik diyerek depremzede kardeşlerimize konut yapmamızı engellemeye çalışıyorlar” diye hedef olmak da var işin ucunda.
TOKİ’nin doğudan batıya kuzeyden güneye Türkiye’nin her tarafını kimliksiz, renksiz, estetiksiz beton yığınlarıyla doldururken bu korkunç cinayete hiç kimsenin ses çıkarmadığını, ses çıkarmak isteyenlerin “Bunlar boğaz köprüsüne de karşıydılar” diye linç edilip susturulduğunu unutmayın.
Ne olursa olsun, şu gerçeğin ifade edilmesi, hatırlatılması lazım: Yeni konutları bu şehir ve kasabaların tarihi dokusuna, doğal çevresine, kültürel özelliklerine, yapı tekniği geleneklerine uygun bir mimari tarzda inşa etmek mümkün. Hiç değilse belirli bölgelerde bu “fırsat” değerlendirilebilir.
Yıkılan şehirlerimizi ayağa kaldırıyoruz diye oralarda yeni Esenyurt’lar, yeni Güngören’ler, yeni Ümraniye’ler, yeni Sultanbeyli’ler yaratmak zorunda değiliz.
Gelgelelim oradaki şehir ve kasabalardan hiç değilse bir bölümünün tarihi dokuya ve bölgedeki kadim mimarlık geleneğine uygun şekilde yenilenmesi söz konusu olursa -ki benim fazlaca ümidim yok- bunun için eski İstanbul mahallelerinden birini oraya inşa etmek gibi bir başka yanlışa da düşmemek lazım.
Biliyorsunuz, bugün Türkiye’de cami mimarisi adı altında Mimar Sinan eserlerinin birebir kopyaları yapılıyor. (Bu yoldaki farklı denemeler de yadırganıyor.) Ama bu taklitlerin hiçbiri asıllarının güzelliğinin yanından bile geçmiyor, tam aksine uyumsuzluklarıyla ve oransızlıklarıyla gözlerimizi rahatsız ediyorlar.
Çünkü bugün kopyaları yapılan eserler, birincisi o devrin estetik anlayışının, ikincisi şehrin o günkü yerleşim yapısıyla kültürel ve doğal dokusunun el verdiği çerçevede tasarlanmış yapılardır.
Bugün biz Edirne’deki Selimiye ile İstanbul’daki Süleymaniye camileri arasında pek fark görmüyoruz. Oysa neredeyse birbiriyle tamamen ilgisiz mimari projeler bunlar. Selimiye ile Süleymaniye’nin yerlerini değiştirin, her ikisinin de güzelliğini ve özelliğini kaybettiğini göreceksiniz. Zira iki farklı şehirdeki iki farklı topografya üzerinde farklı sorunların çözümüne yönelik tasarımların ürünleri bunlar.
Demek ki bugün de Mimar Sinan taklitlerini değil, bugünün ihtiyaçları ve bugünün estetik anlayışı doğrultusunda yapılar inşa etmemiz lazım.
Nitekim Mimar Sinan’ın kendisi de önceki devirlerden intikal eden mimari eserleri kopyalamayı düşünmedi. Sözgelimi Edirne’deki Eski Cami’nin veya Bursa’daki Muradiye’nin taklidini yapmak yerine onlardan bambaşka ve yepyeni bir mimari tarza yöneldi. Kendi çağının estetik anlayışı ve tasarımını yaptığı projenin özgün gerekliliklerini göz önünde tutarak yeni eserler yarattı.
Aynı şekilde bugün hâlâ büyük hayranlık beslediğimiz ve hâlâ zevk aldığımız Osmanlı divan şiiri de hat sanatı da minyatür ressamlığı da tekke musikisi de bugünün insanının duygularını yansıtmaya uygun araçlar değil artık.
Elbette günümüz sanatçılarının eskilerden öğrenecekleri ve alacakları çok şey var yine de. Geleneği tamamen yok saymak köksüzlüğe yol açar, köksüzlük ise üstünde durup yükseleceğiniz platformun havada kalması demektir. Mamafih bugün şairlerin divan mazmunlarıyla veya aruzla şiir yazmalarını istemek, ressamların iki boyutlu minyatürler yapmasını şart koşmak, müzisyenlerin teksesli (monofonik) sistemle eser bestelemesini beklemek yanlış olur.
Kimi yerlerde “Türk mahallesi” adı altında eski resimlerdeki binaların aynısını, o resimlerdeki şehirlere hiç benzemeyen bir zamana ve mekâna taşınması da yanlış. Bunun hayatımızda karşılığı olan gerçek bir fonksiyonu yok çünkü.
Mamafih neyse ki (!) Türkiye’deki ana sorun bu değil. Türkiye’deki ana sorun eskiyi yıkmanın ve yeniyi yapmanın ne bir kültürel bilince ne de bir gelecek vizyonuna dayanıyor olması. Şiir inşad ederken muhafazakâr, bina inşa ederken devrimci olunması.
Benim burada dikkat çekmek istediğim nokta, inşaat söz konusu olduğunda alabildiğine gerçekçi kesilip “Maalesef bu çağda yatay mimari mümkün değil” diyen kimilerinin, geçmişten gelen başka alışkanlıkların ve kuralların bugünkü dünyanın şartlarına göre yeniden yorumlanmasına ise şiddetle itiraz etmelerindeki çelişki ve tutarsızlık.
Muhafazakarlık bu değil. Bunun adı başka bir şey.