İstanbul’daki seçim sonuçlarının geçersiz sayılmasına yönelik girişimlere Ekrem İmamoğlu’nun “145 yıldır devam eden demokrasi mücadelesi” sözünden meşruiyet sağlamaya çalışmak tuhaf bir tutum. Seçim sandıklarında yolsuzluk olduğu iddianızı ispatlayabiliyorsanız bunun için gereken belgeleri ortaya koyarsınız, bunu yapamıyorsanız işin içine “Abdülaziz’e yapılanlar, Abdülhamit’e yapılanlar” edebiyatını karıştırmak en başta kendi iddianızın temelsizliğini itiraf gibi görünebilir. Böylesi hamleler kendi iddianıza zarar verir.
(Aslına bakarsanız, iktidar partisinin savunucusu gibi görünenlerin neredeyse bu süreçte attıkları her adım savunuyor göründükleri yapıya zarar veriyor. Hatta çok ciddi riskler oluşturuyor. Şunu mesela düşünemiyorlar sanki: İstanbul seçimleri yeniden yapılırsa yeniden halkın önüne getirilecek sandıkta “İmamoğlu mu Yıldırım mı” tercihleri oylanmış olmayacak artık. Toplumdaki algı itibarıyla AK Parti iktidarı ve Erdoğan yönetiminin güven oylamasına dönüşebilecek bir seçimde arzu edilen netice alınamazsa ortaya çıkacak tablonun siyasi yükü nasıl taşınacak?)
Konunun siyasi ve hukuki tarafını ve hatta demokratik ahlakla ilgili boyutunu kafaya takmayan kafaların meseleyi “Abdülaziz, Abdülhamit, jöntürk…” edebiyatıyla çözebileceklerini zannetmeleri de şaşırtıcı değil bu bakımdan.
Anlaşıldığı kadarıyla yönetim üzerinde milletin söz sahibi olması taleplerinin gerçekleşmesi anlamında ilk parlamento seçimlerinin yapıldığı ve ilk meclisin oluşturulduğu 1877 tarihinden bugüne inişli çıkışlı devam eden demokratikleşme sürecine yapılan atıftan ibaret olan “145 yıldır devam eden demokrasi mücadelesi” sözünün bu kadar tartışılıyor olması da şaşırtıcı değil aslında.
Komplo teorilerinden beslenen bir alternatif tarih anlatısı kişilere ve kitlelere hem etikten hem de gerçekçilikten uzak tutumlarını meşrulaştırma imkânı veriyor çünkü.
“Popüler kültürün ürettiği paralel gerçeklikle somut olayları ve belgeleri esas alan tarih disiplininin sunduğu gerçeklik arasındaki fark”tan boşuna söz edip durmuyoruz. Bunlardan biri işinize yarıyor, öbürü yaramıyor. Fark o kadar basit. Onun için resmi tarih denilen anlatılar oluşuyor. Ama bugün bizim tek bir resmi tarihimiz yok, her zümrenin kendine ait bir resmi tarih anlatısı var ve bunların hiçbirinin geçmişte yaşanan hadiselerin objektif bir gözle ve o günün şartları çerçevesinde anlaşılması gibi bir amacı yok. Bugünkü politik tutumlarımızın haklılığını göstermeye yönelik bir işlevi var.
***
145 yıl tartışmaları sırasında Abdülaziz’in tahttan indirilmesi hadisesinde İttihatçıların rolünü anlatanlar gördüm. İttihat Terakki’nin ilk nüvesi bu olaydan yaklaşık 20 yıl sonra oluşacağı için bu tezi tartışmayacağım. Ancak bilinmesi gereken bir husus var ki Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi “ilk askeri darbe” falan değildir; Osmanlı tarihinde benzerine maalesef çokça rastlanan olaylardan biridir. Diğer yandan “İslam’a ve vatana hizmet” hususunda Sultan Aziz’in yolunu izlediği söylenen Sultan Hamid amcasını tahttan indiren gruplarla gayet iyi ilişkiler içindedir. Anayasaya dayalı meşrutî bir idare kurmak isteyen Midhat Paşa ve arkadaşlarıyla kendi öz abisi olan V. Murat’ın tahttan indirilmesi için anlaşmıştır. Seçim yapacağım, anayasayı kabul edeceğim, meclisi kuracağım diyerek ikna ettiği Mithat Paşayı daha sonra “Sultan Aziz’in katlinden sorumlu” diye öldürtmesi, dedesi II. Mahmut’un hem hayatını hem de saltanatını borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesine izin vermesi nev’inden bir hadisedir.
Benzer şekilde II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi konusunda da bugün Türk toplumunun genişçe bir kesiminde var olan ve politik motivasyonların nesnesi olabilen algı tarihteki somut olaylar ve olgularla çelişme pahasına ayakta tutuluyor. Çünkü “günümüz İslamcı muhafazakarlığının” resmi tarih anlatısına göre olay şöyledir: “İslamcı padişah” Abdülhamit “İslam düşmanı” güçlerin kontrolündeki İttihatçılar tarafından devrilmiştir. Zaten ikinci Meşrutiyet denilen hadise Osmanlıyı yıkmak için planlanmış bir komplodur.
Bu durumda karşımıza çıkan soru şu: Dönemin -bir kısmı daha sonra İttihatçı koalisyondan ayrılacak olan- “İslamcı” aydınlarının tamamı nasıl oluyor da “İslami rejim”in yıkılmasına hizmet ediyor? Bu sorunun kolay bir cevabı var ama Abdülhamit yönetiminin “İslami rejim” falan olmadığını, dönemin İslamcılarının da zaten “gayrıislami” olduğu gerekçesiyle bu yönetime muhalif olduklarını anlatmak bugün zor. Çünkü bugün tırnak içinde İslamcı diye anılan zümrenin İslamilik ve gayrislamilik ölçütleri geçmiştekinden bir hayli farklılaşmış bulunuyor. Meşveret, hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik gibi değerlerin İslami değerler olduğunu, buna mukabil ifade hürriyetinin kaldırılmasını, sultanın kişisel iktidarının milletin çıkarlarının ve taleplerinin önünde görülmesinin gayrıislami olduğunu düşünüyordu “ilk İslamcılar”.
***
Osmanlı rejimine karşı “İslami muhalefet” ilk olarak Yeni Osmanlılar hareketiyle başlar. Yani Namık Kemaller, Ziya Paşalar… Bugün onları da “Batıcı, modernist” kadro içinde sayıyoruz. Hâlbuki tam aksi taraftalar. Ne tuhaf değil mi?
Yeni Osmanlılar Âli Paşa’nın başını çektiği “paşalar oligarşisi”ne muhalefet ediyorlar başlangıçta. Sultan Mecit ve Aziz dönemlerinde iktidarı ele geçiren paşaların “elitist” yönetim anlayışına ve “yanlış batılılaşma” diyebileceğimiz uygulamalara, bu çerçevede İslami değerlerin hiçe sayılmasına karşı çıkıyorlar. Sonra ne oluyor? Abdülhamit başa geliyor ve “Âli Paşa diktatoryası”nın veya “Paşalar Oligarşisi”nin takipçisi oluyor! Namık Kemal ve arkadaşları yeniden muhalif…
Ama yürütülen muhalefet çalışmasının semereleri de alınmıyor değil. Mesela Abdülhamit dış politikada “Panislamizm” enstrümanını kullanmaya başlıyor. Bu tercihi günün uluslararası düzeninin gereği sayanlar da, ülkedeki İslamcı aydınların tesiriyle açıklayanlar da var. (“İslamcı padişah” imajı da büyük ölçüde buradan.) Ama sonrası gelmiyor. Bir defa Sultan’ın kültürel genetiğinde iktidarı milletle paylaşma nosyonu yok. Dolayısıyla milletin temsilî manada bile olsa yönetime katılmasını kabullenmiyor. Oysa İslamcı aydınların başlıca talebi bu.
Ne var ki cumhuriyetle birlikte devran değişince güzel memleketimizde at izi it izine karışıyor. Abdülhamit rejimine İslami gerekçelerle muhalefet eden Namık Kemal ve arkadaşları “batıcı, modernist” sayılıyor; Abdülhamit “İslamcı padişah” oluyor.
Daha önce “Cumartesi Yazıları”nda birkaç hafta boyunca anlatmaya çalıştığım üzere, Cumhuriyet döneminde yanlış bir adlandırmayla İslamcılık olarak anılan toplumsal cereyanın -geçmişteki “entelektüel İslamcılık”tan çok başka şekilde ve “sosyolojik” nitelikte geliştiğini de unutmadan- Abdülhamit’i kendisine bayrak yapmasını Kemalist panteonun dışında bir ata figürü arayışına bağlamak lazım. Ki bu da bir etki-tepki diyalektiğini gündeme getiriyor ve Kemalizm’in eleştirisini belki tam da buradan başlatmanın gereğini gösteriyor. Ancak tabii ki Kemalizm’in eleştirisi “Yahudi, mason, dış güçler, ulu hakan…” edebiyatıyla yapılamaz. Bununla ancak kahvehanede oturan bazı adamları bir müddet ayağa kaldırırsınız ama bunun da memlekete millete bir hayrı olmaz. Size de fayda değil zarar getirir son tahlilde.