Yarım doktor candan eder; yarım hoca dinden eder demiş atalarımız. Hoca dedikleri din âlimleri. Âlimin yarısı olur mu? Olmaz tabii. Doktorun da yarısının olmayacağı gibi... Öyleyse neden yarım hoca, yarım doktor demişler de mesela sahte hoca veya sahte doktor dememişler? Galiba şundan: Doktorluk yapmak veya dini sahada hüküm vermek için yeterli donanıma sahip olmadığı halde eksik, yarım yamalak bilgisiyle insanlara yardımcı olabileceğini düşünen kişilerin çoğunlukla iyi niyetle hareket ettikleri vakıa. Ancak niyetin iyi olması yetmiyor. Hatta bazen iyi niyet neticede felaketlere yol açabiliyor. Doktorlar açısından bir hastanın hayatını kaybetmesi, din bilginleri açısından bir müminin inancını kaybetmesi kadar büyük felaket yoktur herhalde!
Onun için ihtiyaç duyduğumuzda, iyi niyetli de olsalar yarımların değil, “tam doktor”ların veya “tam hoca”ların kapısını çalmamız gerekiyor. Diyeceksiniz ki nereden anlayacağız hangisinin yarım, hangisinin tam olduğunu? Doktorun yarımını, tamını ayırt etmek kolay gerçi. Tıp fakültesi mezunuysa hekimlik yapma yetkisi kazanmış demektir. Bazen modern tıbbın çaresiz kaldığı durumlarda can havliyle, yana yakıla bir alternatif ararken yarım doktorlara da başvurduğumuz oluyor ama çoğunlukla tıp eğitimi almamış kişilere sağlığımızı emanet etmiyoruz.
Ne var ki ilahiyat eğitimi almak, tıp eğitimi almak kadar gerekli görülmüyor “hoca” olmak için. Kimi zaman geleneksel medrese tedrisatı görmüş, “kendi kendini yetiştirmiş” kişiler hitabet yetenekleriyle, hikâye-kıssa anlatma becerileriyle ve klasik ulumu diniyye bilgileriyle insanları etkileyebiliyorlar. Hatta bunlar arasında fıkıh ve hadis gibi alanlarda âlim seviyesinde bilgisi olanlar da var. Ama bilgi sahibi olmak, bazı şeyleri ezbere bilmek âlim olmaya yetmez. İlim başka bir şey çünkü.
Bugünkü adıyla bilim, kabaca söylersek, “metodik kuşkuculuk”la yola çıkılarak ve yine “metodik” olarak araştırılarak elde edilen göreli bir bilgi veya açıklama modelidir. Bir toplumda bilim faaliyeti yapmanın ve bilimsel bilgi üretmenin ön şartları ise sağlam bir eğitim temeli, serbest düşünme ortamı ve problem çözme iradesidir.
Sadece fen bilimleri alanında geçerli kural ve değerler değil bunlar, sosyal bilimlerin her alanında ve bu arada filolojiden hukuka, tarihten ilahiyata kadar her disiplinde esas alınması gereken prensipler. “Dinde kuşku olmaz, iman olur” diye cahilce bir itirazla bilimsel anlayış dışlanamaz. Zira bilimdeki kuşku inançla ilgili değil, araştırma yöntemlerimizin pratik değeriyle ve bilgimizin mahiyetiyle ilgilidir.
Sözgelimi, tarihin belirli bir aşamasında ve belirli bir coğrafyada ortaya çıkan herhangi bir problemin çözüm yolu olarak temel değerlere ve prensiplere dayanılarak üretilen bir fıkıh hükmünün başka bir ortamda geçerliğini tartışmak, o hükmün referans aldığı ana kaynağı sorgulamak değildir. Ama bunun farkında olmak için de araba yüküyle kitabı ezbere bilmek değil, sadece asgari ölçüde bilim anlayışına sahip olmak gerekir.
Gerçi ilk asırlardaki İslam âlimlerinde bulunan bilim anlayışı şimdikilerde de yok değil. Özellikle ilahiyat fakültelerimizdeki bilimsel kalite diğer birçok disipline örnek olacak seviyedeki bilimsel kalitenin muhafazası veya sürdürülebilirliğiyle ilgili problemler giderek kendini daha çok gösteriyor son zamanlarda. Muhtemelen toplumun genel talep ve beklentileri hizasına doğru çekiliyor “hoca”larımızın kalitesi. Sözgelimi ilahiyat fakültelerinde felsefe, kelam gibi derslerin okutulmasına yönelik hoşnutsuzluk ülkede çok yüksek seviyede destek ve karşılık buluyor.
Ama yine de asıl problem bu değil… Asıl problem, yarım hocaların gerçek hocaların yerini alması. Bir yanda kitle iletişimindeki yaygınlaşmanın kaliteden ziyade popüler olana iltifatı, diğer yanda siyasetin tercihleri ve öbür yanda toplumun içindeki daha doğrusu insan doğasındaki tutucu eğilimler… Hepsi bir araya gelerek gerçek hocaları geriye itip yarım hocaları öne sürüyor bugün.
Neticede bugünün problemlerine çözüm gerektiğinde geçmiş asırlarda üretilmiş milyonlarca sayfalık fıkıh külliyatımızın içinden gün yüzü görmemiş pasajlar bulunup çıkarılıyor ve söz konusu problem bir kat daha çözümsüz hale getiriliyor. Çözüm diye yeni problemler üreten “yarım hoca”lar yetmezmiş gibi, “hamile kadın sokakta gezmesin” veya “namaz kılmayan hayvandır” gibi sözlerle gönül yapmak yerine gönülleri yıkmaya yönelen “tasavvuf erbabı” da yaralara tuz ekiyor.