Bizim hükümetimiz “yanıltıcı bilgilerin alenen yayılması” konusunda çok hassas. Öyle ki görülmemiş uygulamalara bile imza atıyorlar bu uğurda. Mesela önceki gün ‘Yenidoğan çetesi’ soruşturmasına bakan savcıya görevden el çektirildiği iddiasını haberleştiren gazeteciler bu gerekçeyle göz altına alındı. Adalet Bakanlığının konuyla ilgili açıklamasının ardından haberlerinde gerekli düzeltmeyi yaptıkları halde üstelik.
Düzeltme yapmasalar bile söz konusu gazetecilerin gözaltına alınmalarını gerektirecek bir durum yine yok ortada. Eğer yayınlanan haberde yanlış bir şey varsa ilgili yayın kuruluşuna açıklama, düzeltme veya tekzip göndermenin yolları var. Yasal çerçeve belli.
Kamu güvenliğine acil bir tehdit oluşturabilecek içerikler için ise zaten özel bir prosedür işletiliyor. BTK derhal ilgili yayını engelleyebiliyor. Hatta Futbol Federasyonunun bile internet üzerindeki yayınları engelleme yetkisi var.
Diğer yandan, suç işlediği iddia edilen kişilerin ifadeye çağrılması yerine gece yarısı evlerine baskın yapılıp göz altına alınmaları da normal karşılanacak bir uygulama değil.
Gerçi şüphelilerin kaçma veya delilleri karartma ihtimali olduğunda uygulanması gereken göz altı tedbirinin Ergenekon soruşturmalarından beri her adli süreçte rutin olarak devreye girdiğini biliyoruz ama yine de kabul edilemez bir tutum bu.
Haberin içeriğine bakın. Kamuoyunun hassasiyetle takip ettiği bir konuyla ilgili davanın savcısının görev yerinin değiştirildiği haberi ne bakımdan acil gözaltı gerektiriyor olabilir? Kritik dosyalarda savcıların veya hakimlerin değiştirilmesi bugüne kadar hiç görülmeyen bir uygulama mı? Sinan Ateş davasının savcıları defalarca değişmedi mi mesela?
Öyleyse savcı değişti haberi için, tekzip ve ifadeye çağırma gibi rutinleri boş verip, “yanıltıcı bilgi yayma” suçlamasıyla bazı gazetecilerin böyle üzerine gitmenin gerçek sebebi ne?
Çoğu yorumcu bu olayı hükümetin basına göz dağı verme arzusuyla açıkladı. Gelgelelim medyanın çok büyük bölümünü kontrol altında tutan mevcut iktidarın çok az sayıdaki birkaç mütevazı yayın kuruluşundan oluşan “kontrol dışı medya”dan bu derecede rahatsızlık duyuyor olması da normal olmasa gerek.
Yanıltıcı bilgi yayma konusuna gelince… İktidar kanadının böyle bir kavram üzerinden muhalif gördüğü kesimlere yüklenmesi de trajikomik. “Ama montaj ama şu ama bu” denilerek yolu yordamı itiraf edilen bir siyaset yapma tarzından söz ediyoruz.
Bugünkü siyasi iktidarın kendi seçmen tabanıyla çok başarılı bir iletişimi var. Gazetelere, televizyonlara inanmak yerine hükümetin yaptığı açıklamalara inanmayı tercih eden bir kitle bu. Elbette söz konusu kitlenin basına güvenindeki eksikliğin bu mesleği icra edenlerin geçmişte ve bugün sergiledikleri yanlış tutumlarla da ilgisi var ama iktidarın iletişim performansı burada daha önemli.
Söz gelimi bir “propagandif tekzip” mekanizması var ki yasal tekzip mekanizmasından çok daha etkili ve sonuç alıcı. Kendileriyle ilgili olumsuz bir habere karşı ortaya çıkıp “Bunlar külliyen yalan, bunlar dış güçlerin bize boyun eğdirmek için uydurduğu iftiralar” dedikleri zaman bahse konu haberin kendi kitleleri üzerindeki etkisini neredeyse tamamen ortadan kaldırabiliyorlar.
Söz gelimi Türkiye’ye sığınmış olan bir Doğu Türkistanlının idam edileceği bilindiği halde -dolaylı yollardan da olsa- Çin’e iade edilmiş olduğu ortaya çıktığında hemen bu “propagandif tekzip” mekanizmasını devreye sokup “Uygur davası bizim davamızdır. Doğu Türkistan’ı hiç kimse bizim kadar sevemez bu ülkede. Bu iddia büyük bir bühtandır” diye bağıra çağıra konuşunca kitlenizi ikna edebiliyorsunuz.
Gazze’de soykırım başladıktan sonra kitlenizin hassasiyetini fark edip yüksek sesle İsrail aleyhinde atıp tutuyorsunuz. Ama limanlarınızdan İsrail ordusunun ihtiyaçlarını göndermeye devam ediyorsunuz. Bu durumu eleştirenleri MOSSAD ajanı diye itham ediyorsunuz. Yine “propagandif tekzip” tuşuna basıp çıkan haberlere yalan diyorsunuz. Türkiye’den oraya mal taşıyan tek bir gemi yok diyorsunuz. Gemilerin ismi resmi her şeyi ortaya dökülünce ise “Onlar aslında Filistinli kardeşlerimize gidiyor” savunmasına geçiyorsunuz. Aylar sonra olay iyice ayyuka çıkınca bu ülkeye ihracatı yasakladığınızı duyuruyorsunuz.
Bilahare aradan zaman geçiyor, bir bakıyoruz ki yasaklandı denilen ticaret alttan alta sürdürülüyor. Bir kısmı üçüncü ülkeler üzerinden bir kısmı doğrudan. Bu da hemen inkar ediliyor. “Yalan. İftira. Doğru değil. Katil İsrail devletiyle ticaretini en erken kesen ülke biziz. Onlara en ağır lafları söyleyen biziz” savunması başlıyor. Sonra yine çarşaf çarşaf belgeler, bilgiler çıkıyor ortaya. Yeniden “Aslında o gemiler Filistin’e gidiyor” iddiasına sıra geliyor.
İşgal altındaki bir ülkenin yoksul insanlarının niçin birden bire Türkiye’den devasa miktarlarda çelik, çimento, dikenli tel, kimyevi madde, makyaj malzemesi gibi ürünler ithal etmeye başladığını hiç kimsenin merak etmeyeceği varsayılıyor. En azından kendi kitlelerinin “propagandif tekzip” yoluyla ikna edilebileceği düşünülüyor. Bugünlerde başlatılan yalanlama kampanyası buna matuf görünüyor.