Geçen haftaki cumartesi yazısında “Yahudi sorunu” konusuna girizgâh mahiyetinde bir şeyler söylemeye çalışırken “Üzerinde konuştuğumuz hususlar kimlik ve inançla ilgili olduğu için (…) konunun hassasiyetinden dolayı bazen yanlış anlaşılmalar da olmuyor değil” demiştim. O yazı da bu kuraldan masun kalmadı. “Bir dini nasıl sorun olarak görebilirsiniz” diye tuhaf itirazlar geldi. Oysa konuyla ilgili uluslararası literatürde bu kavram kullanılır. Karl Marx’ın -birazdan başka bağlamda söz edeceğimiz- eserinin adında da geçer bu tamlama: Yahudi Sorunu Üzerine. (Almanca orijinali Zur Judenfrage, İngilizcesi On The Jewish Question. Aslında metin Bruno Bauer’in “Die Judenfrage” başlıklı makalesine cevap olarak yazıldığı için bu ismi taşıyor.) Jewish question (judenfrage) sözü, arada belli bir nüans bulunsa da, jewish problem (judenproblem) sözünün müradifidir. Anti-Semitizm terimi de aynı problemi ifade eder.
Esas itibarıyla “Avrupalı” bir kavramdan söz ediyoruz. Bu kıtada öteden beri devam eden Yahudi aleyhtarlığının ortaya çıkardığı toplumsal bir sorun bu. Biliyorsunuz, son Kudüs sürgününden sonra Yahudiler Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere eski dünyanın her tarafına dağıldılar. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yerleşenler o tarihten bu yana yaşadıkları toplumlarda iyi kötü bir yer edindiler, can ve mal emniyeti yönünden ciddi bir problem yaşamadılar. 16. yüzyıla kadar Endülüs Müslümanlarının hakimiyetinde bulunan İber Yarımadası da bu emniyetli coğrafyaya dahildi. Nitekim buradan sürülenler de Osmanlı İmparatorluğuna sığınacaklardı.
***
İslam ülkelerinde yaşayan Yahudiler genel olarak toplum hayatının içinde kabul gördüler, hatta kültürel ve ticari hayatın önde gelen aktörleri oldular. Müslümanlar arasında Yahudilere karşı olumsuz yaklaşım 19. yüzyıl sonunda Siyonist ideolojinin ve 20. yüzyıl başında Filistin meselesinin ortaya çıkışıyla başlar. Avrupa’daki Yahudi aleyhtarlığı ise Yahudilerin bu kıtadaki varlığı kadar eskidir. Hemen her yüzyılda hemen her Avrupa ülkesinde Yahudilere yönelik sürgünler, katliam ve pogromlar yaşandı. Avrupa milletlerinin “öteki” konusundaki düşmanca yaklaşımının ve avrosantrik Hristiyanlık yorumunun sonucuydu esas itibarıyla antisemitizm. Bu gelenek son olarak Almanya’da milyonlarca Yahudi’nin katledilmesiyle sonuçlanan Holokost’u üretti.
Yahudilerin farklı kimlikleri dolayısıyla yeni ulus devlet sistemine adapte edilemedikleri için Yahudi sorununun modern dönemde ortaya çıktığını düşünenler -Avrupa ülkelerinde modernite öncesi dönemlerdeki Yahudi aleyhtarlığının daha hafif olduğu söylenemeyeceğine göre- haklı görünmüyorlar.
Dün Yeni Zelanda’da gerçekleşen ve masum Müslümanları hedef alan vahşi katliamın arkasındaki zihniyet Avrupa Hristiyanlığının tarih boyunca “öteki” karşısındaki tutumunun beslediği hastalıklı zihniyettir. Her ne kadar Avrupa toplumları felsefi düzlemde artık büyük ölçüde o zihniyetten kurtulmuş olsalar da sosyokültürel tortuların birdenbire ortadan kalkmadığını ve toplumsal buhran dönemlerinde yeniden su yüzüne çıkabildiklerini unutmamak gerekir.
Aydınlanma çağından itibaren Avrupalı aydınlar “öteki olan”a, yani çoğunluktan farklı köken ve farklı inanç sahibi olanlara yönelik düşmanlığın doğurduğu bu sorunla yüzleşerek bir çözüm arayışına giriştiler. İşin gerçeği şu ki bu konuda çözüm Hıristiyanlık içinde bulunamadığı için, dinin politik alandan dışlanması yoluyla bir çözüm önerisi gelişti. Marx’ın “Yahudi sorunu” kavramı çerçevesinde tartıştığı konu budur. Kaynaklarda “genç bir Hegelci” diye anılan Bauer’in tezini ele alır Marx: “Yahudi sorunu kendi dışındaki inançlara hoşgörü göstermeyen Hristiyanlığın yarattığı bir sorundur” demektedir -özetle- Bauer ve iki din arasındaki karşıtlığa dayanan bu sorunun “hem Hristiyanlığın hem de Yahudiliğin ortadan kaldırılmasıyla çözülebileceğini” savunmaktadır. Kapital yazarı bu teze karşı çıkar. Biraz kabaca özetleyerek aktarıyorum: Dinin politik olarak yürürlükten kaldırılması (abolition) insandan dinin kaldırılması demek değildir ve zaten buna hakkımız da yoktur. Yahudi sorunu Almanya gibi ülkelerde devletin Hristiyan dininin devleti olmasından kaynaklanmaktadır. Politik devlet veya anayasal devlet diye tanımladığı ABD’de ve Fransa’da bu problemin çözüldüğünü veya çözülme yoluna girdiğini ileri sürer.
***
Hasılıkelam Marx’ın Yahudi sorunu konusundaki çözüm önerisi laik yönetimdir. Ancak politik düzlemdeki bu çözümün de aslında toplumsal çelişkilerle bağlantılı bu sorun için kesin bir çözüm olmayacağını düşünür. Bu noktada Yahudiliğin veya daha doğrusu Yahudi zihniyetinin eleştirisine yönelir. Daha ziyade Alman Yahudilerinin veya Avrupa Yahudilerinin ticaret zihniyetini kastederek “Yahudi özgürleşmesinin gerçekleşmesi için insanlığın Yahudilikten kurtarılmasından” söz eder. İlk bakışta fazlasıyla çelişkili gibi görünen bu ifadenin anlamı açıktır: Yahudilikle ilgili iki ayrı problem vardır. Biri bu insanların kimliklerinin veya inançlarının farklı oluşu yüzünden Hristiyan çoğunluktan ve bu çoğunluğa dayanan yönetimlerden baskı ve zulüm görmeleri, diğeri ise insanlığın asıl düşmanı olan kapitalist ekonomi sisteminin Yahudilerden ve Yahudiliğin ticari zihniyet dünyasından güç alıyor oluşudur.
Geçen haftaki yazıda Fransız ekonomist ve siyaset bilimci Jacques Attali’nin “Yahudiler, Dünya ve Para” kitabında Avrupa’daki Yahudi sorunu üzerine fikir serdetmiş veya bilimsel araştırmalar yapmış belli başlı isimleri antisemitik olmakla suçladığını söylemiştim. Attali’nin antisemitist olmakla suçladığı, hatta iyice ileri giderek Nazilerin gerçekleştireceği soykırımın ilham kaynağı olduğunu ima ettiği Marx aslında Yahudi bir aileden geliyor ve 6 yaşında vaftiz olarak ebeveyniyle birlikte görünüşte Hristiyan kimliği ediniyor. Bu kimlik değiştirme olayını özellikle vurgulayan Attali galiba Diyalektik Materyalizm’in kurucusunun antisemitizmini böyle bir kişisel hikâyeye bağlamak istemiş.
Ne var ki Marx’ın politik çözüm ve toplumsal çözüm ayrıştırmasını bulanıklaştırarak “Yahudilerin ortadan kaldırılmasını önerdiğini” ileri sürmek haksızlık. Engels’in “Burjuva sınıfının ürettiği Yahudi düşmanlığıyla proletaryanın tepkisini sermayeye yöneltmesini engellediği” yolundaki görüşünü de diline dolayan Attali “Marx’ın hamisi”nin antisemitizm analizini de neredeyse antisemit literatüre dahil ediyor.
Yahudi asıllı Fransız yazar kitabında Yahudilerin -son asırda Filistin de dahil olmak üzere- her yaptıklarının doğru ve haklı olduğunu, Yahudilere yönelik her eleştirinin ise haksız olmakla kalmayıp antisemitik olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Bu arada, sözgelimi, 1260-1492 arasında Osmanlı İmparatorluğunun “gerileme içinde” olduğunu yazıyor. Çünkü İspanya Yahudileri buraya geldikten sonra ilerleme başlayacak!
Böylesine adı sanı olan bir aydının kaleminden çıkmış olsa da fazla anlamı olmayacak bu satırlar esas itibarıyla Yahudiler arasındaki aşırı tepkisel bir yaklaşımın ifadesi olması bakımından bir örnek olarak önem taşıdığı için bu kadar üzerinde durduk. Devam edeceğiz…