Şeyh Bedrettin hakkında Nazım Hikmet’in destanının öncülük ettiği sol edebiyattaki olumlu “devrimci din adamı” imgesinin de Soğuk Savaş devrinde sağ entelijansiyanın ürettiği “ihtilalci zındık şeyh” imgesinin de kökeninde birincil derecedeki kaynaklar yer almıyor.
Aslına bakarsanız, doğrudan Şeyh Bedreddin’in kendi eserlerini okuyanlar buralarda ne ihtilalcilik ne de iştirakçilik fikirlerine dair en ufak bir iz bulamazlar. Demek ki sözkonusu eserlerin okunup okunmadığı da ayrı bir mesele…
Şeyh’in yakın zamanda çevirileri ve akademik neşirleri yapılan İslam Hukuku alanındaki eserleri zaten kendi sahasının uzmanlarına hitap eden kitaplar. Bunların yaygın olarak okunması beklenemez. Ancak Varidat’ın içeriği, hacmi ve şöhreti bir istisna oluşturmalı diye düşünüyor insan. Ne var ki bir istisna görülmüyor… Adı çok bilinen, klasikleşmiş veya kanonik karakter kazanmış eserlerin çoğu gibi Varidat’ın da -cumhuriyet devrinde muhtelif çevirilerinin onca farklı baskıları yapılmasına rağmen- yeterince okunduğunu söylemek zor görünüyor.
O kadar ki konu hakkında -akademik çalışmalar dışında- yayımlanan kitap ve makalelerde bile bu küçük hacimli eser gerçek içeriğiyle değil kulaktan dolma malumatla veya ezbere hükümlerle değerlendiriliyor. Sözgelimi Varidat’ta sosyalist bir toplum anlayışının veya paylaşımcılık fikrinin savunulduğu, hatta “isyan” planının ipuçlarının olduğu vs. anlatılabiliyor.
***
Şeyh’in diğer bütün eserleri gibi Arapça kaleme alınmış olan Varidat’ı dilimize ilk defa Ahmed b. Muhammed isimli bir mütercim çevirmiş. Gölpınarlı’nın “Vâridât’ın en güzel ve asla en uygun tercemesi” dediği bu metin yeni harflere çevrilmediği gibi akademik çalışmalarda da kullanılmamış görünüyor.
Varidat’ın bilinen ikinci çevirisi ise II. Meşrutiyet devrinin şeyhülislamı Musa Kazım Efendi’ye aittir. (“Safvetü’l-Beyan” müfessirinin bu çeviriyi yakın dostu Mehmet Akif’in arzusuyla yaptığı söylenir.) Çok sık olmasa da kimi yerlerde çevirmenin araya girerek orijinal metni açıklamaya giriştiği görülür bu metinde. Ama büyük ölçüde aslına sadık sayılabilecek bir çeviri bu. Abdülbaki Gölpınarlı, Cemil Yener ve Bezmi Nusret Kaygusuz’un çevirilerini saymazsak, bugünkü “Varidat” neşirleri çoğunlukla bu çeviriyi esas alıyor.
Rahmi Yananlı’nın asıl metni sedeleştirerek hazırladığı -Muhammed Nur’ul Arabi’nin şerhinin çevirisini de içeren- kitap en özenli ve günümüz okuruna en uygun neşir bence (Büyüyen Ay Y., 2013). Mehmed Serhan Tayşi de -nedense “Musa Kazım Efendi’nin şerhi” diye tanımladığı- bu çeviriyi yeni harflere birebir aktarıp eski harfli matbu nüshanın tıpkıbasımıyla birlikte neşretti (MVT Y., 2010). Eski dile hakimiyeti olanlara da bu edisyon önerilebilir.
Musa Kazım Efendi’nin tercümesinden sonra en fazla kullanılan ikinci metin olan Gölpınarlı’nın ve bir de Bezmi Nusret Kaygusuz’un çevirileri de günümüz okurlarına hitap eden metinler.
İsmet Zeki Eyuboğlu’nun “çeviri”si de aslında Gölpınarlı’nın yaptığı tercümenin kendine göre sadeleştirmesinden ibaret görünüyor. Emin değilim ama Vecihi Timuroğlu’nun yayımladığı çeviri metni de bir sadeleştirme gibi göründü bana. Cemil Yener çevirisi ise, spekülasyondan kaçınarak bir şey söylemem gerekirse, ciddi -hadi hatalar demeyeyim- karışıklıklar içeriyor. Mustafa Rahmi Balaban’ın “İzmir Salepçioğlu kütüphanesindeki Arapça elyazma nüshasından tercüme” olduğu belirtilen çalışmasını henüz göremedim.
***
1990’da Kültür Bakanlığı tarafından “Varidat (Tam Metin)” başlığıyla yayınlanan ve girişinde “Prof. Dr. Bilal Dindar’ın Tenkidli Basımından Tercüme Eden: Dr. Cengiz KETENE” ibaresini taşıyan metin zihnimde bazı ciddi soru işaretleri oluşturdu.
En başta, çevirmenin imzasını taşıyan sunuş yazısında “Yaklaşık altı yüzyıl önce Arapça olarak kaleme alınan Varidât, son derece ağır bir dil ve üslupla yazılmıştır” deniliyor. Oysa orta derecede Arapça bilgisi olan herkesin kolayca okuyup anlayabileceği bir dil ve üsluba sahiptir Şeyh Bedreddin’in eseri.
Merak edenler için Varidat’ın Arapça metninin giriş cümlesini düz transkripsiyon olarak vereyim: “İ’lem enne umure’l-ahireti leyset kema zeame’l-cühhalü. Feenneha min alemi’l-emri ve’l-gaybi ve’l-melekuti, la min alemi’ş-şehadeti kema zeame’l-avamu…”
(Ali Kozan’ın cidden emek mahsulü olan yüksek lisans tezinde edisyon kritikli Arapça metin var:
http://docs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER_YOK_GOV_TR/%C5%9Eeyh%20Bedreddin%20ve%20Varidat.pdf)
***
Çevirmen sunuş yazısının devam eden satırlarında da şunu söylüyor: “Felsefî, dinî ve tasavvufî konuların ele alındığı bu eserin, Türkçe’ye tercüme edilmesi de birtakım güçlükleri beraberinde getirmiştir. Ancak, elden geldiğince güçlüklerin giderilmesine çalışılmış ve iyi bir tercüme olması için gayret sarf edilmiştir.”
Güçlükle yapılan bu çevirinin daha en başında “O işler buyruk, bilinmeyen gayb ve meleklerin dünyasıyla ilgili olup…” şeklinde başlayan tuhaf bir cümleyle karşılaşıyorsunuz. Herhalde Musa Kazım Efendi çevirisinde yer alan “Ahiret işleri emir aleminden, gayb aleminden, melekut alemindendir” ifadesinin bir çeşit “yeniden tercümesi” olmalı bu diye düşünüyorsunuz ister istemez. (Kaygusuz çevirisinde “Ahiret işleri ruhlar âlemindendir”, Gölpınarlı’da “onlar gayb ve melekût âlemindendir” diye geçiyor.)
Çünkü doğrudan orijinal metindeki “Feenneha min alemi’l-emri ve’l-gaybi ve’l-melekuti” ifadesinin tercümesi olsaydı, “melekut alemi” kavramının “meleklerin dünyası” şeklinde tercümesindeki aşırı yaratıcılık kadar “emir” (Arapçada iş, durum, olgu) kavramının “buyruk” diye çevrilmesi de sözkonusu olamazdı herhâlde. (Öyle olsaydı zaten “umure’l-ahireti” sözünü de ahiret buyrukları diye “çevirmesi” gerekirdi, oysa ahiret işleri diye çevirmiş!)
Halbuki burada Şeyh’in dediği, ahiret hayatına (ölüm sonrasına) ilişkin konuların içinde bulunduğumuz şu maddi alemin dışındaki başka bir alemde veya akıl ve duyularla kavranamayan bir varlık boyutunda geçerli olduğu. İslam düşüncesi literatüründe gayb alemi-şehadet alemi veya emr alemi-halk alemi gibi adlandırmalar esas olarak şimdiki terimlerle “duyulur varlıklar evreni-akledilir varlıklar evreni” ayrımını ifade eder. Platon’un ideler alemi-gölgeler alemi ayrımı gibi… Hatta belki biraz zorlarsak Kant’ın numen-fenomen ayrımı gibi…
Çevirmenin de isabetle ifade ettiği üzere “Felsefî, dinî ve tasavvufî konuların ele alındığı bu eserin” çevirisi keşke bu konulara vukufiyeti olan kişilere emanet edilse…