Demek ki burada mesele yalnızca kişisel hatalarla ilgili değil. Hatta tek başına yasalarla, mevcut kurallarla veya yürürlükteki sistemle de ilgili sayılmaz. Mesele zihniyetle ilgili. Burada şikâyet ettiğimiz tablonun temel sebebi bizim toplum olarak henüz demokrasinin manasını (milli egemenlik nosyonunu) kavramaya yetecek kadar tecrübe biriktirememiş olmamız.
***
Modernite öncesi devletlerde kabaca yöneten ve yönetilen olmak üzere iki sınıf insan olurdu ve bunlar eşit haklara sahip olmazlardı. Tarihî süreçte demokrasi ve eşit vatandaşlık prensipleri gelişti ve hem daha verimli bir yönetime imkân vermesi hem de ahlaki bakımdan daha uygun görülmesi itibarıyla bu prensipler yaygın olarak benimsendi.
Avrupa’da belirli bir zaman diliminde tüccar sınıfının gelişip aristokrasi ve ruhban sınıfı karşısında güçlenmesi ve artık burjuvazi adını alacak olan bu zümrenin “sıradan insanlar olarak” ilk önce yaşadıkları şehirlerin ve bilahare uyruğu oldukları devletlerin yönetiminde söz sahibi olmak istemeleri bugünkü modern ulus devlet modelini ve parlamenter demokrasiyi meydana getirdi.
Aynı veya benzer sosyolojik gelişme merhalelerinden geçmediğimiz için Batı Avrupa’da hâkim hale gelen bu siyasi düzenin ve siyasi zihniyetin dünyanın geri kalanı olarak bizde bir karşılığı olmadı uzun süre. Ancak sözkonusu modelin başarısı görülünce siyasi düzeni “çoban yönetici/sürü tebaa” anlayışının dışına çıkartma arayışı ortaya çıktı.
Ancak, bunun daha çok teorik çerçevede ifadesi bulunan ve aydın çevreyle sınırlı olan bir yaklaşım olduğunu unutmamak lazım. Nitekim 19. yüzyılda Namık Kemal gibi bazı Osmanlı aydınları mevcut siyasi düzenin ve siyaset zihniyetinin artık devleti taşıyamaz hale geldiğini görüp “İslam’daki şura prensibi”ne dayandırarak meşruti yönetim, kanun hakimiyeti ve kuvvetler ayrılığı gibi kurumların tesisini savunurken bu görüşlere çoğu yine yönetici sınıf içinde yer alan bir avuç şehirli aydın teveccüh göstermiş, süreç içinde belli adımlar da atılmış ama toplumun zihniyetinde bu yönde bir dönüşüm gerçekleşmemiştir.
***
Haddizatında Sultan Hamid parlamentoyu feshedip anayasayı askıya aldığında buna ses çıkaran olmamıştır. Bilahare Hamid rejimini yıkılıp ikinci meşrutiyetin tesis edilişinde de halk kitlelerinin payının -Erzurum’dan Selanik’e kadar bir çok şehirde esnaf/tüccar zümrelerin bürokrasiyle işbirliği içinde bu hareketin içinde yer almalarına rağmen- sınırlı olduğunu söylemek gerekir.
Keza cumhuriyet rejiminin de milli mücadeleyi başarıya ulaştırmış olan sivil ve asker bürokrasi kadrolarının eseri olduğu malum. Ahalinin ise büyük kısmının Atatürk’ü “yeni padişah” olarak gördükleri de malum. Atatürk’ten başlayarak bugüne kadarki yöneticilerin de kendilerini öyle gördükleri başka bir hakikat. Çünkü başka bir rol bilmiyoruz biz Türk toplumu olarak. Kadim devirlerin sosyoekonomik şartları içinde şekillenmiş zihniyetimize göre toplumda iki tür insan vardır: Bir kural koyan, iki kurallara uyan. Kural koyanın kuralara uyması, kurallara uymakla mükellef olanın kural koymaya kalkışması sözkonusu değildir.
Meselenin özü galiba burası.