Nerede kalmıştık… Bir önceki yazımızda bugünkü toplum yapımızın ve özellikle modern devlet modelinin tarihî/sosyolojik dayanaklarını anlayabilmek için Ortaçağ sonlarında Batı Avrupa coğrafyasında “yeni bir insan türü” olarak ortaya çıkan burjuvazinin kilit önem taşıdığını anlatıyorduk.
Avrupa’nın yaklaşık bin yıllık uykusunun devam etmekte olduğu Ortaçağ sonlarında Akdeniz bir Müslüman Gölü’ne dönüşmüştü. Çin’den gelip Akdeniz’e ulaşan kadim ticaret yolları Müslümanların elindeydi. Güney İtalya’daki birkaç küçük şehir devleti dışında bu durumdan olumlu etkilenen yoktu Avrupa’da. Bizans’la karşılıklı işbirliği içinde Ege ve Adriyatik denizlerinde hüküm süren Venedikliler ile Cenovalılar Adriyatik ve Tren denizleri kıyılarında kurdukları kolonilerin yanı sıra Ege Denizi, İstanbul Boğazı ve Karadeniz’de de ticaret üsleri oluşturmuşlardı. İktisat tarihçilerine göre tüccarların yönetimde ağırlık sahibi olduğu İtalyan şehir devletlerinin yürüttüğü ticari faaliyetler açıkça kapitalist nitelik taşımaktaydı. İlk örnekleri aslında Akdeniz’in doğusunda ortaya çıkmış olan sigorta, finans ve kredi kurumları Avrupa kıtasına bu coğrafya üzerinden ayak basmıştı zaten.
Mamafih, tabiri caizse, Avrupa’nın makûs talihini değiştirmek yolunda ilk hareketlenme Haçlı Seferleri’yle başladı. İslam ülkelerindeki ekonomik refahı, kültür zenginliğini ve sosyal düzeni gören Avrupa’nın soyluları yeni bir dünya keşfetmişlerdi. Bu keşif mevcut ideolojik düzene yönelik eleştirel yaklaşımların ve giderek rasyonel/bilimsel zihniyetin gelişmesi yolunda bir eşik oldu. (Buna mukabil, bir yanda Haçlı Seferleri’nin diğer yanda Moğol istilasının yıkıcı etkilerine maruz kalan İslam dünyasında ekonomik ve sosyal düzende yaşanan sarsılma sonrasında başlayan içe kapanmaya birlikte giderek rasyonel/bilimsel zihniyetten uzaklaşma yönünde bir eğilim yaygınlık kazandı.)
Kapitalizmin en erken nüvelerinin görüldüğü İtalyan şehir devletlerindeki ticaret zihniyeti hakkında Henri Pirenne iki ilginç ayrıntı aktarıyor. İlki şu: Venedikliler yakalayıp kaçırdıkları ya da Dalmaçya kıyılarından satın aldıkları genç (Hıristiyan) Slavları Mısır ve Suriye’nin haremlerine ihraç ediyorlardı. Zaten köle anlamındaki “slave” kelimesi de Slav’dan geliyor. Vatikan’ın Hıristiyanları köle olarak satanları afaroz etmekle tehdit etmesine rağmen bu kârlı ticaretten vazgeçmeye yanaşmamış Venedikliler.
İkincisi, İslam ülkeleri kendilerinde bulunmayan kereste ve demiri yine Venedikli tacirlerden temin ediyorlardı. Bu kerestelerle yapılacak gemilerin ve demirlerden dökülecek silahların Hıristiyanlara ve hatta Venedikli denizcilere karşı kullanılacağında kuşku yoktu, diyor Pirenne, ama tacir kısa vadeli çıkarından ötesini göremiyordu. (Uygur Kocabaşoğlu’nun Türkçe çevirisi: “Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi”, İletişim, sh. 27; I. E. Clegg’in İngilizce çevirisi: “Economic and Social History of Medieval Europe”, Harcourt, Brace and Company, 1937, yine sh. 27)
Bu ticaret zihniyeti bilahare bugünkü Hollanda ve Belçika şehirlerinden başlayarak uzun vadeli çıkarlarını da hesaba katan yeni bir tüccar sınıfının içinden burjuvaziyi ortaya çıkardı. Kapitalizmin doğuşu da aynı sürece paralel olarak gerçekleşti.
Daha 11 ve 12. yüzyıllardan itibaren Batı Avrupa şehirlerinde bir toplumsal aktör olarak beliren burjuvazi iktisadi anlamdaki gücünün yanında şehir meclislerinde etkinliğini artırmak suretiyle kazandığı önemli bir siyasi güce de sahipti. Parası sayesinde temin ettiği bu gücü kendi çıkarı için kullanmaya başlamakta gecikmedi. Öncelikle aynı ülke içinde farklı yasal mevzuata ve farklı vergi oranlarına muhatap olmak istemiyordu tüccar sınıfı... Ekonomik faaliyetleri ve ticareti tek tek şehirlerle sınırlayan veya küçük bölgelere sıkıştıran bir anlayışın değişmesi için şehir kimliğinin yerine millet kimliğinin geçmesi gerekiyordu. Ayrıca öteki şehirlerin değil, öteki ülkelerin sanayicileriyle ve tüccarlarıyla sürdürülecek rekabet çerçevesinde siyasi (ve askeri) korunma arzu ediliyordu artık.
Bu gerekçelerle merkezi yönetimin güçlenmesi için feodal yapılara karşı kralların yanında saf tuttu burjuvalar. Burjuvazinin desteğiyle yeniden güçlenen mutlakiyetçi monarkların idaresindeki merkezi ve egemen devletler feodal yapıları iyice zayıflatıp sindirdiler. Krallar adeta yeniden tahta oturmuştu Avrupa’da... Gerçi bir süre sonra burjuva sınıfı mutlakiyetçi monarkların da biletini kesmeye başlayacaktı ama merkeziyetçi egemen devlet modeli güçlenmeye devam etti. Çünkü modernite adını verdiğimiz toplumsal gelişme aşamasının gereğiydi aynı zamanda modern ulus devlet. Devam edeceğiz…