Biliyorsunuz, Fransa’da 1789’dan bu yana gerçekleşen irili ufaklı her rejim değişikliğinde yeni bir cumhuriyet ilan edilmiştir. En sonuncusu 1958’de General de Gaule için hazırlanan geniş yetkili cumhurbaşkanlığı yani yarı başkanlık sistemini öngören anayasa değişikliğinin ürünü. Dolayısıyla bugün beşinci cumhuriyet hüküm sürüyor Fransa’da.
Türkiye’de ise 27 Mayıs ihtilalinden sonra ikinci cumhuriyet lafı kullanıma sokulmuş ama tutmamıştı. Sonra galiba 1990’larda bazı liberal aydınlar siyasi rejimin reforme edilmesine yönelik taleplerini bu isimle gündeme getirdiler. O da tutmadı. Aslında biz de Fransa’da gerçekleşen rejim değişikliklerini aratmayacak alt üst oluşlar yaşadık ama bunların adını koymaktan hep imtina ettik. Çünkü galiba biz bazı konularda yenilikten hoşlanmayan bir toplumuz.
Bakalım, Suudiler ne yapacaklar? Görülen o ki dünya medyasında MbS diye kodlanan veliaht prensin gerçekleştirdiği hamleler mevcut Suud rejimini radikal ölçüde değiştirecek bir projenin ön adımları. Yalnızca “sosyal hayatın liberalleşmesi”ne veya sistemin ideolojik karakterinin makyajına matuf adımları değil ülkedeki siyasi paydaşların sayısını azaltarak katı merkeziyetçi bir yönetim tesisini amaçlayan girişimleri kastediyorum…
***
Suudi Arabistan’da kuruluşundan bu yana mutlak monarşi hüküm sürüyor gerçi ama devletin kurucusu Kral Abdülaziz’in çocukları ve onların neslinden gelen birkaç bin kişilik bir zümre yönetimde iyi kötü pay sahibi. Bu ailenin dışındaki bazı köklü ve zengin feodal unsurlar da -Hanedandan birileriyle ortaklık veya ittifak etmek şartıyla- belirli alanlarda az veya çok etkili olabiliyorlar. Bunlara belli bir ölçüde bazı din adamlarını da eklemek mümkün.
Suudi Arabistan’da öteden beri ülke yönetiminin bu kadar dar bir zümrenin elinde olması eleştiri konusuydu. Oysa şimdi yönetime fiilen el koymuş görünen veliaht prens söz konusu zümreyi daha da daraltmanın peşinde!
Yani yönetimin “demokratikleşmesi” şöyle dursun, daha da otoriterleşmesi hedefleniyor. Toplumun modernleştirilmesi hedefine de “aydınlanmış monark” marifetiyle ulaşılması planlanıyor. Böyle bir yaklaşımın “zamanın ruhu”na uygun olup olmadığı ise tartışmalı bir konu. Bazılarına göre dünyanın gelişmiş ülkeleri demokratikleşme süreçlerini daha da ileriye götürmenin yollarını tartışırken otoriterleşme zamanın ruhuna aykırı bir eğilim. Ancak bazılarına göre, demokratik Batı ülkeleri başta olmak üzere bütün dünyada bugün karizmatik/otoriter liderlikler revaçta ve dolayısıyla Suudiler herkes Mersin’e giderken tersine gidiyor sayılamazlar!
***
Suudilerin “çılgın prens”ini motive eden tek faktör küresel eğilimler değil. Mevcut rejimin hayatiyetini, hatta ülkenin toprak bütünlüğünü korumak için ciddi bir değişime ihtiyaç var. Rejimi ayakta tutabilmek için Riyad’ın bölgesel liderliğini pekiştirmek lazım. Bu da Sünni dünyanın kontrolüne yönelik dış politikanın tahkimini gerektiriyor. Onun için Arap Baharı şiddetle bastırıldı. Onun için şimdilerde Yemen bombalanıyor, Katar’a abluka uygulanıyor, Lübnan’ın yönetimine müdahale ediliyor, Filistin’e karışılıyor.
Esas olarak BAE yönetimiyle Suudi Sarayındaki akıl ortakları “bölgesel merkezi iktidar”ın gereği olarak Riyad’da merkeziyetçi bir siyasi rejimi öngörüyorlar.
Bu anlamda Suudi Arabistan’da bugün “üçüncü krallık” inşa edilmekte. İkincisi Arap dünyasında kurulu düzenin tehdit altına girdiği bir sırada yine bir “aile içi darbe” yoluyla işbaşına gelen Kral Faysal dönemiydi.
***
Faysal, babası Kral Abdülaziz’in kurduğu devleti uluslararası dengeler çerçevesinde bölgesel bir güç olarak yeniden konumlayan kişi. Faysal’dan önce Suudilerin muazzam bir petrol geliri vardı ama siyasi etkisi yok mertebesindeydi. Bu durum Suud Krallığı’nın geleceği açısından ümit verici değildi.
Faysal’ın işbaşına geldiği sıralarda bölgenin iki etkin gücü Türkiye ve İran kendi modernleşme süreçlerinin sıkıntılarıyla uğraşıyorlardı. Bilhassa Türkiye’nin bölgeyle ilgisini yenilemeye hiç niyeti yoktu. İran zaten Şii kimliğinin duvarını aşabilecek durumda değildi. Dolayısıyla Ortadoğu’nun askeri, siyasi ve ideolojik çekim merkezi olmaya Mısır’dan başka aday yoktu.
Faysal’ın ülkesi için gözünü diktiği yer işte Mısır’ın bu bölgesel konumuydu. Arap dünyasında geniş kitlelerin ve özellikle aydınların heyecanla benimsediği Nasır’ın “Panarabizm”ine karşı Faysal bir nevi “Panislamizm” vizyonuyla ortaya çıktı. Bu doğrultuda, ülkesinin petrol parasıyla İslam dünyasının her tarafında yoğun faaliyetlere girişti. Arap dünyasındaki toplumsal davaları ülkesinin ve rejiminin dayanağı haline getirdi. Suudi rejimi o sayede bugüne kadar varlığını ve iddiasını sürdürdü.
***
Bugün MbS’nin inşa etmeye giriştiği üçüncü kraliyet projesini işte bu zeminde değerlendirmek gerekiyor.