Aşağı yukarı kırk yıldır başımızda bir “bölücü terör” belası var. Soğuk Savaş şartlarında Rus desteğiyle ortaya çıkıp bölgede zemin bulan PKK’nın Türkiye için oluşturduğu tehdit sonraki süreçte dünyadaki ve bölgedeki bütün dengeler değişirken de bertaraf edilemedi. Bunu sadece sosyolojiyle açıklamak eksik olur; Türk dış politikasının zaafları ve yetersizlikleriyle de ilgili bu problem. Gerçi PKK terörünü başımıza bela eden faktörleri alt alta sıralamaya kalkışsak yüzlerce maddelik bir liste çıkar ortaya. Ama bunların çoğu sebep değil sonuç hükmündedir aslında. Yani karşımızdaki tehdidi bertaraf edebilmek için başvurduğumuz yöntemlerin yan etkileri…
En büyük hatamız bölücü eğilimlerle mücadeleyi bölücü terörle mücadeleden ayırt etmeyi beceremeyişimiz. Elbette biriyle mücadele edelim, diğerini boş verelim falan demiyorum. Bu iki mücadelenin iki ayrı yöntem ve planlama çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini söylüyorum. Her ikisini de doğru düzgün yapamadık bugüne kadar. Hep ifratla tefrit arasında gidip geldik. Ya terör örgütünün propagandasına hizmet edecek tarzda yaklaştık meseleye ya da Kürt vatandaşlarımızı kucaklıyoruz diye teröristlerin de faaliyet alanını rahatlattık.
Türkiye’nin Kürtleri arasında bölücü eğilimler Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanan bir tarihe sahip; ama PKK gibi bir örgütün kuruluşundan kısa süre sonra alabildiğine semirip halktan da destek görür hale gelmesinin tam da 12 Eylül sonrası askeri rejim günlerine denk gelmesi boşuna değil. Bir komplo teorisine bağlamak için söylemiyorum bunu; bölgedeki sosyolojinin artık “asker kafasıyla” yönetilebilir olmaktan çıkmış olduğu bir dönemin özelliklerine dikkat çekmek istiyorum.
***
Amerikan güdümlü olduğunu artık sağır sultanın da bildiği 12 Eylül darbesine Sovyetler’in cevabı olarak da okunabilir elbette PKK’nın ortaya çıkışı. Ancak asıl mesele, başta da söylediğim gibi, Soğuk Savaş dönemi ve bu dönemin şartları ortadan kalktıktan sonra bile bu meseleyi çözmeye yönelik politik/diplomatik bir hamle gerçekleştiremeyişimiz. PKK’nın bu sefer Batılı müttefiklerimizin kısmi etki ve yönlendirmesi içinde Türkiye için tehdit olmayı sürdürmesi…
PKK terörüyle mücadelede başarı kazanmak için neler yapılması gerektiğine dair bugüne kadar söylenmiş olan sözler, yazılmış yazılar toplansa Washington’dan Moskova’ya kadar yol olur ama bunları özetlemeye kalkıştığınızda elinizde fazlaca bir şey de kalmaz. Üç aşağı beş yukarı iki torba içinde toplanabilir bu önerilerin tamamı. Biri devletin Kürt vatandaşlarını daha fazla kucaklama torbası, diğeri de teröristlerle daha sert ve etkili mücadele edilmesi torbası. Aslında bunların her ikisi de doğru tespitlerden yola çıkan doğru öneriler ama problem bu ikisinin aynı anda ve birbiriyle uyumlu şekilde yapılamamış ve yapılamıyor olmasından kaynaklanıyor.
Diğer yandan üçüncü bir torba daha var ki o epeyce boş durumda. Yani içinde çok fazla öneri veya proje yok. Aslında bizim en büyük eksiklerimizden biri de bu üçüncü torbanın yeterince doldurulamamış olması. Bu torba dış politika torbası...
Türkiye gibi bir ülkeyi hedef alan terör dalgasını sadece birtakım örgütlerin kendi başlarına oluşturdukları politik stratejilere bağlamayacaksak bu terörün yolunu açan, teşvik eden, en azından önlenmesine yardımcı olmayı düşünmeyen güçlerin Türkiye’den ne istediğini iyi analiz etmek ve karşımızdaki cepheyi küçültmenin imkanlarını araştırıp bulmak gerekiyor.
Düşünün ki son dönemde Türkiye’nin büyük şehirlerini kana bulayan eylemleri gerçekleştiren teröristlerin büyük çoğunluğu Kobani’de eğitim görmüş ve oradan buraya gönderilmiş kişiler. Ama ne yazık ki içinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla devletimizin eli uzanamıyor Kobani’ye. Bu durum, kibarca söylemek gerekirse içinde bulunduğumuz bölgesel şartların veya daha kaba ifade edilecekse dış politika alanındaki açmazlarımızın yansıması.
Buraya nasıl geldiğimizi çok tartıştık, muhtemelen bundan sonra da tartışmaya devam edeceğiz ama PKK terörünün bertaraf edilemeyişi ve dolayısıyla Kürt meselesinin de daima zehirlenmeye maruz durumda bırakılışı üçüncü torbanın boş bırakılmış olmasından ayrı düşünülmemeli bence.
Keza benim şahsen 2011’den bu yana dış politikada “dostları çoğaltıp düşmanları azaltmayı” savunmamın esbab-ı mucibesi de işte bu dış politika torbasında.