Tek millet, çok kültür

İbrahim Kiras

Geçen gün bir arkadaşım şikâyet ediyordu: “Türk milli takımının Fransa karşısında gerçekten güzel oyunuyla aldığı galibiyetin ardından insanların sokaklara çıkıp kutlama yapmalarını bekledim ama elime bayrak alıp çıktığım sokakta yalnız başıma kaldım...”

Gerçekten de uzun zamandır hasret olduğumuz başarılı ve keyifli bir oyun oynadı milli takımımız ama sokaklara çıkıp kutlanacak derecede önemli bir maç mıydı oynanan, tartışılır elbette. Gelgelelim bu ölçekte bir başarıyı milli takım değil de sözgelimi Fenerbahçe, Galatasaray veya Trabzon, Malatya gibi takımlar elde etmiş olsa taraftarlarının hiç olmazsa bir bölümünün sokaklara çıkacaklarından hiç kimsenin kuşkusu yoktur herhalde.

Demek ki ülkemizi, yani hepimizi, temsil eden takım yalnızca bir bölümümüzü temsil eden takımlar kadar destek bulamıyor bizlerden. Aynı şeyi siyasi parti taraftarlığında da gözlemleyebiliriz, etnik kimlik aidiyetinde de… Keza tarikat, cemaat, mezhep gibi kısmî alanlarda geçerli “alt kimlik”lerimiz de toplum hayatının bütününde geçerliği olan “üst kimlik”lerden daha baskın durumda.

Tabiri caizse, bir çeşit “mikro milliyetçilik”lerden bahsediyoruz burada... Peki, şimdi buna bakarak, Türk toplumunda “makro milliyetçiliğin” o kadar da güçlü bir ideoloji olmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Hem evet hem hayır… Bir defa mikro milliyetçilikler her zaman makro milliyetçiliklerden daha güçlü olur. İnsan tabiatının gereği bu… Önce aile dayanışması, sonra akraba dayanışması, daha sonra daha geniş topluluk dayanışması gelir…

Ancak şehirleşme, şehir hayatındaki standart rol taksimine dayalı ekonomik ve politik düzen (bireyleşme) ve objektif hukuk geliştikçe bu zincir belli ölçüde zayıflar, hatta bazı halkaları tamamen ortadan kalkar. Bizdeki problem, şehirleşmenin ve iktisadi modernleşmenin milli kimlik aidiyetimizi mikro aidiyetlerin önüne geçirememiş olması.

Tek başına futbol takımı taraftarlığı gibi aşırı derecede spekülatif bir konudan bakarak böylesi bir yargıya varmış değiliz tabii. Ancak bu bile kendince sözkonusu problemin varlığına ilişkin bir emare kabul edilebilir. Zaten toplumumuzdaki “ortak aidiyet duygusu”nun zayıflığına emare oluşturan sayısız olay ve olgu var.

***

Sosyal bilimciler ve siyaset felsefecileri ekseriyetle “millet yalnızca ortak bir hukuka tâbi olan yurttaşlar topluluğu değil, aynı zamanda ortak kültüre ve ortak değerlere sahip toplumdur” görüşünde hemfikirler. Bu görüşe itirazım yok ama benim millet tanımım daha basit: Devleti olan topluluğa millet denir. Yani siyasi ve hukuki bir kontratın taraflarından oluşan toplum.

Peki ya ortak tarih, ortak kültür, ortak gelecek duygusu vs? Bana sorarsanız, bunlar millet olmaktan ziyade millet kalmanın şartları. Dolayısıyla bir milletin gelecekte var olup olmayacağının cevabını içerecek kadar önemli, hatta hayatî hususlar.

Elbette toplumlar her anlamda bütüncül yapıda olmaz. Sınıflar vardır, zümreler, kastlar, etnik ve dini cemaatler ve tabiatıyla alt kimlikler vardır… ama bütün bunların toplamından bir milletin teşkili için sosyal bilimciler ile siyaset felsefecilerinin altını çizdiği “ortak değerler”in varlığı elzemdir.

Ne var ki ulus devletin inşasının üzerinden nereyse bir asır geçtikten sonra bile Türk toplumunun “ortak değerler”inin tartışma konusu olması işlerin iyiye gittiğini göstermiyor. Türk toplumu o kadar parça parça bir halde ki ortak tarihimiz bile yok. Milli tarihimizi kişi kültüne indirgeyip “Atatürk olmasaydı olmazdık” diyenler bir yanda, “Abdülhamit yönetimi devam etseydi Osmanlı yıkılmazdı” diye düşünenler öbür yanda...

Olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini keyfimize göre kurmakta üstümüze yok. Keyfimize göre, yani mensup olduğumuz dar grupların varoluş meşruiyetini temin edeceğini düşündüğümüz yönde...

***

Bugünlerdeki tartışmalara bakın: Biri çıkıyor, Ekrem İmamoğlu’nu destekleyen Pontusludur diyor... Öbürü çıkıyor, Giresunlu Topal Osman yarım milyon Pontusluyu katletti diye yeni bir tarih yazıyor... Antep’te bir imam camide milli mücadele aleyhine vaaz veriyor... Bir başkası İstanbul’un fethi işgaldir diyerek güncel kutuplaşmayı asırlar öncesinin siyasi ve sosyal şartlarına taşımaya çalışıyor.

Elbette tarihçiler -yani işleri geçmişteki hadiselerin siyasi, sosyal ve iktisadi temellerini araştırmak olan uzmanlar- bu hadiseleri farklı yönlerden değerlendirebilir ve aralarında bunları tartışabilirler. Ancak tarihi günümüzdeki siyasi ayrışmaların ve anlaşmazlıkların hesabının görüleceği bir yer haline getirmemek gerekir.

Haddizatında toplumun tarihle bu kadar meşguliyeti pek iyiye işaret değil. Aksine, bir türlü geçmişten çıkıp bugüne gelememek ciddi bir problemin işareti olmalı. Hele hele toplumdaki her bir zümrenin kendine ait ayrı bir “resmî tarih”inin olması sağlıklı bir durum olmasa gerek.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (44)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.