CUMARTESİ YAZILARI
Birkaç haftadır II. Murad’ın oğlu Şehzade Alaeddin’in ölümüyle ilgili “gizem”i tartışmaya çalışıyoruz.
En eski Osmanlı kroniklerinden bir kısmının varlığından bile habersiz göründüğü… bir kısmının ise eceliyle öldüğü bilgisini paylaştığı… Neşrî’nin -ve ondan aktararak İbn Kemal’in- öldürüldüğüne dair imada bulunduğu… ama Hayrullah Efendi’ye kadar yeniden üzerinde durulmayan Şehzade Alaeddin ile ilgili olarak açık açık “babası II. Murad’ın emriyle boğdurulduğu” rivayetini (veya iddiasını) dile getiren ilk ve tek kaynağın Hüseyin Hüsameddin’in “Amasya Tarihi” olduğunu söylüyorduk...
Hüseyin Hüsameddin Yasar (1869-1939) ilginç bir isim. Amasya Tarihi isimli ansiklopedik eseri hem bir yerel tarih çalışması olarak hem de genel Osmanlı tarihinin ilgili konularını aydınlatan münderecatı bakımından çok önemli. Ne var ki bu eserin çok ciddi bir kusuru var: Kaynakları belirsiz.
Hüseyin Hüsâmeddin’in eserini “İstanbul, Selânik, Hanya, Şam, Hicaz, Amasya, Bursa gibi çeşitli şehirlerde arayıp bulduğu el yazmaları, mahkeme sicilleri, vakfiyeler, kitâbeler, mezar taşları gibi ilk kaynaklara başvurarak hazırladığı” biliniyor. (Turgut Akpınar, TDVİA, “Hüseyin Hüsameddin Yasar” maddesi ve aynı yazar, “Kültür Tarihinden Esintiler” Kitabevi, 2006, sh. 158 vd.) Ancak bir bölümü diğer kaynaklarda aktarılan bilgileri nakzeden nitelikte olan enformasyon veya iddialar için kaynak gösteremeyişi önemli bir problem. İkinci bir problem de Hüsameddin’in, yine Turgut Akpınar’ın ifadesiyle “aldığı kuvvetli İslâm kültür ve terbiyesine rağmen ‘koyu bir Türkçü’ oluşu” dolayısıyla, Osmanlı tarihindeki tartışmalı olayların çoğunu devlet yönetimindeki Türklerle Türk olmayan (devşirme) kesim arasındaki etnik esaslı bir çekişmeye bağlama eğiliminde olması. Bu noktada ele aldığı konuları kendi gününün anlayışıyla, yani anakronik bir yaklaşımla değerlendirdiği ve tarihî gerçekleri kendi sübjektif yorumuna göre hikâye ettiği suçlamasına muhatap olabiliyor. Nitekim -her ikisi de Amasya Tarihi’nin önemini takdir eden ve kaynak olarak da kullanan- Mustafa Akdağ ve Halil İnalcık gibi tarihçilerin eleştirileri bu noktaya yöneliktir.
(Aslına bakarsanız, Amasya Tarihi daha “modern” bir anlayışla tertiplenip kaynakları gösterilebilmiş olsaydı müellifinin tarihteki hadiselere ilişkin kendi özgün yorumları da çok daha güçlü bir dayanağa sahip olacaktı.)
Ancak bütün bunlara rağmen, Hüseyin Hüsâmeddin’in eserinin ve bu eserdeki rivayetlerin büsbütün değersiz sayılması söz konusu olamaz. Zira elimizdeki eseri yazarının fantezilerini yansıtan kurgusal bir metin olarak görmek mümkün değil. Çünkü belli başlı birkaç konuda yaptığı yorumların veya aktardığı bilgi ve rivayetlerin herhangi bir kaynağa veya dayanağa sahip görünmeyişi adı geçen muazzam eserin bilinen kaynaklara uygun genel içeriği için de geçerli olan bir kusur değil.
(Hüseyin Hüsameddin’in 12 ciltlik Amasya Tarihi’ni yeni harflerle Amasya Belediyesi neşretti. İlk cildi 1986’da matbu olarak çıktı, kayıp 5. cilt hariç diğer ciltler pdf formatında Belediye’nin internet sitesinde bulunuyor.)
Şehzade Alaeddin konusuna dönecek olursak… Hüseyin Hüsameddin’in söz konusu rivayetini -görebildiğim kadarıyla- ilk defa kullanan İnalcık oldu. (Uzunçarşılı başka bir konuyla ilgili olarak esere referans verir, demek ki kaynak olarak kabul eder, ama Alaaddin Ali’nin ölümü konusunda söylediklerini görmezden gelir.) Bir de Babinger genç şehzadenin ölümü konusunda adını anmaksızın Hüseyin Hüsameddin’in söz konusu rivayetini aktarıyor. (Zaten Alman tarihçinin de en tartışmalı yanı -geçen hafta bir vesileyle Y. Hakan Erdem’in de yazdığı gibi- özellikle anıtsal eseri olan Fatih monografisinde kaynaklarını göstermeyişi. Bu bakımdan Amasya Tarihi müverrihiyle benzeşiyorlar!)
Ancak İnalcık, boğdurulma iddiasına bütünüyle itiraz etmemekte birlikte, bunun için Hüsameddin’in ileri sürdüğü sebeplerin “sonraki devirlerden ilham almış bir yakıştırma gibi göründüğünü” söyler. (“Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar-I”, 1995, sh. 60)
Yalçın Küçük büyük ölçüde İnalcık’ın eserine dayanarak yazdığı spekülatif karakterli ama -belki bu özelliği dolayısıyla- bazı özgün buluşlar ve ilginç sorular da içeren kitabında büyük tarihçimizin bu ifadesini boğdurulma olayının inkârı olarak yorumluyor ki bunun doğru olmadığı ortada. (“21 Yaşında Bir Çocuk, Fatih Sultan Mehmet”, 1987, sh. 87)
İnalcık, anlaşıldığı kadarıyla, Amasya Tarihi müellifinin bu hadiseyi aktarırken “padişahın şehzadesinin davranışlarından vehimlendiği” yolundaki yorumlarını “sonraki devirlerin olaylarından ilham almış” gördüğü için kuşku belirtiyor. Kastettiğinin ileride önce Beyazıt ve oğulları sonra Kanuni ve oğulları arasında yaşanacak malum olaylar olduğu da belli.
Ancak İnalcık’ın bu kuşkusunun veya temkinli yaklaşımının abartılı olduğu söylenebilir tabii. Gerek Neşri ve İbn Kemal’in aktardığı anekdot gerekse diğerlerinin bu konudaki suskunluğu yaşanan hadisenin “sonraki devirlerin olaylarından” çok farklı olduğunu düşünmeye imkân bırakmıyor çünkü.
Gerçek şu ki Osmanlı devletinin kuruluş dönemi boyunca merkeziyetçilik taraftarı toplumsal kesimlerle tabiri caizse federalizm yanlısı güçlerin siyasi mücadelesine bazı kurumların yanı sıra saray mensupları ve hanedan üyeleri de kendi çıkarları doğrultusunda taraf olmaktan geri durmamışlardır. Dolayısıyla aile üyeleri arasındaki taht çekişmeleri de daha geniş ölçekli bu siyasi/sosyal mücadeleler içinde yer bulmuş görülmeli. Dolayısıyla Hüseyin Hüsameddin’in “Türk-Türk olmayan çekişmesi” olarak sunduğu saflaşmaları etnik esaslı olmaktan ziyade sosyoekonomik esaslı bir siyasi ihtilaf olarak düşünüp değerlendirmek daha doğru olabilir.
Diğer yandan hem birkaç haftadır üzerinde durduğumuz Şehzade Alaattin olayı hem de geçtiğimiz haftalarda tartıştığımız Dündar Bey hadisesi konusunda ilk dönem Osmanlı tarihçilerinin tutumunu da bu bakımdan değerlendirmek lazım. Yani hem müellifin siyasi/sosyal kimliği hem de “tarihi galipler yazar” kuralına göre eserin yazıldığı dönemin siyasi özelliği dikkate alınarak bu metinlerin kullanılması gerekiyor.