Neredeyse bütün siyaset bilimcilerinin üzerinde ittifak ettikleri nadir konulardan biridir: adına devlet dediğimiz yapıyı meydana getiren -veya devletin olmazsa olmazı sayılan- temel kriter bir milletin üzerinde yaşadığı toprak parçası üzerindeki egemenliğidir.
Bu tanım sadece bugünkü modern ulus devletler için değil, kadim devlet modellerinin de tamamı için geçerli. Tarih kitaplarında okuduğumuz hikâyeleri hatırlayın… Hunları bir savaşta sıkıştıran Çinliler barış anlaşması karşılığında Mete Han’dan en sevdiği atını isterler, Mete atı hemen gönderir. Sonra en sevdiği cariyesini isterler, onu da gönderir. Ardından başka başka şeyler isterler, hepsini verir. Nihayet Çinliler sınırdaki küçük bir araziyi isterler. Çorak, işe yaramaz bir arazi parçasını. Ama Mete bu isteğe öfkelenir, elçileri kovar ve savaş hazırlığına başlar yeniden. Adamları sorarlar, “en sevdiğin atını ve cariyeni bile verdin ama bu çorak toprak parçası uğruna savaş mı çıkaracaksın tekrar?” diye. “Evet, onları verdim” diye cevap verir, “çünkü onlar benim kişisel malımdı. Ama toprak milletimindir, bu toprağın en küçük parçasını bile korumak için savaşır ve gerekirse canımı veririm.”
Elbette bu hikâye tarihî bir hadiseyi değil, ülke toprağının devletin egemenlik hakkı bakımından taşıdığı önemi ifade etmek için anlatılıyor.
Keza İslam hukukunda da bir kere İslam egemenliği altına giren, yani “darü’l-İslam” olan toprak daha sonra Müslüman olmayanların eline geçse de yine darü’l-İslam olarak kabul edilir. Buna göre, dünyadaki bütün Müslümanların üzerine düşen öncelikli görev bu toprağı yeniden Müslümanların egemenliği altına sokmak için gayret etmektir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’na millet desteğini sağlamak için bu kural hatırlatılmıştır insanlara. Daha geçmiş zamanlarda ise Selçukluların fethettiği ama bilahare Haçlı seferlerinde kaybedilen İznik şehrinin yeniden ele geçirilmesi Anadolu Türkleri için dini bir görev olarak algılanmış ve Osmanlılar bu motivasyonla İznik’i yeniden fethetmeyi başarmışlardı.
Takdir edersiniz ki bütün bunları Batılıların “irredantizm” dedikleri yaklaşımla, yani “alalım düşmandan eski yerleri” hamasetiyle dile getiriyor değilim. “Peki, nerden çıktı şimdi bu toprak meselesi” diyeceksiniz… Geçen gün Suudi Arabistan Kralı’nın ziyareti sırasında Mısırlı yetkililerce yapılan bir açıklama aklıma getirdi bütün bunları. Kızıldeniz’de 66 yıldır Mısır’ın elinde olan iki adanın Suudi Arabistan’a verilmesine ilişkin açıklamadan söz ediyorum.
Yukarıda hatırlattığım hamasi hikâyeleri boş verin, bugün bile bu tür toprak sorunları ülkeler arasında savaşlara yol açabilecek kadar ciddiyet taşıyan konular. Hatırlayın, Arjantin ile İngiltere arasındaki Falkland Savaşı’nın üzerinden çok fazla zaman geçmedi. Aynı şekilde Türkiye ile Yunanistan’ı ciddi ciddi bir savaşın eşiğine getiren minik kayalıklar başka bir örnek. Dolayısıyla Mısır hükümetinin gösterdiği “alicenaplık” dikkat çekici. Gerçi verdikleri adaların karşılığında yüklü bir meblağı bağış olarak Suudi Krallığı’ndan aldıkları söyleniyor ama bu da durumu biraz daha tuhaflaştırıyor.
Ben bu mevzuyu kafamda tartıp dururken bir başka haber daha düştü ajanslara. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı dün İstanbul’da basın mensuplarına yaptığı açıklamada Malezya Başbakanı’nın şahsi banka hesabında yer alması tartışmalara sebep olan 681 milyon doları kendilerinin “bağış” olarak verdiklerini söylemişti.
Aslında çok da şaşırmadık; çünkü Suudilerin böyle bir dış politika yöntemleri var. Ellerindeki en büyük “politik aset” petrol paraları olduğu için dış ilişkilerinde en çok onu kullanıyorlar. Bu herkesin bildiği bir “sır”. Düşünün, bir ülkenin başbakanına 681 milyon dolar tutarında bir para hiç karşılıksız beklemeksizin verilebilir mi? O başbakanın özellikle dış politika alanında vereceği kimi kararların kendi ülkesinin milli menfaatlerine aykırı olmasının maliyetini karşılayabilir mi banka hesabına yatırılan bu para?
Asıl mesele Suudilerin veya bir başkasının birilerine para vermesi değil; birilerinin bu parayı alabilmesi. Sadece şahısların ahlaki durumları açısından değil, ülkenin hukuki yapısı ve toplumun siyasetten beklenti sınırları açısından da…
Maalesef para “bağış”larıyla siyaseti etkilenebilen ülkeler genellikle demokratik usullerle yönetilmeyenler, özellikle de İslam ülkeleri. Demek ki etkilemeye bu tür ilişkilerin yeterli olamayacağı sağlamlıkta bir siyaset kültürü ve hukuk düzeni gerekiyor.
Bunun için de şeffaf ve hesap verebilir bir sistem talebiyle ses yükseltilmesi lazım.