Biden’ın 1915 olaylarını Ermenilere yönelik soykırım olarak tarif etmesine kızıyoruz ama bugün artık neredeyse bütün dünyada kabul edilen görüş bu. Hatta kendi ülkemizde de bazı aydınlar bu görüşü savunuyor, “tarihimizle yüzleşelim” kampanyaları yapıyorlar. Oysa -ancak çok dar bir çevrede muhatap bulabilen- tarafsız ve objektif araştırmalar Ermeni iddialarının gerçeğe uymadığını ve söz konusu dönemde yaşananların paranteze alınan belirli bir kesitinin bile çarpıtılarak yansıtıldığını son derece net kanıtlarla gösteriyor. Peki o zaman “soykırım” tezini savunanların “söylem üstünlüğünü” sağlayan ne?
Cevap: En başta Türk tarafının -o da çok geç başlamak kaydıyla- reaksiyon kabilinden “soykırım yok” dışında söyleyecek bir sözünün, anlatacak bir “hikâye”sinin olmaması… Bırakın dünyayı, kendi çocuklarına bile… (“Dünyaya anlatmak” demişken, şimdilerde TV ekranlarında sık sık gördüğümüz bir emekli büyükelçi Paris’te görev yaptığı sırada Fransızlara “İngilizce” broşür dağıtıyordu!)
Bugünkü nesiller yüz yıl önce yaşadığımız “kıyamet provası” hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlar. Yokluk uçurumunun kıyısından son anda dönmüş bir millet olduğumuzun bilincinde değiller. Tek başına bugünkü nesillerin suçu değil elbette ama durum bu. Biz bugün ortak hikayesi olmayan bir topluluğuz. Çünkü “ne olduğumuz” konusunda fikrimiz yok. Onun için kavgamız birbirimizle. Onun için Biden’ın sözleriyle yüreği ferahlayanlarımız çıktı.
Buna karşılık Diaspora Ermenilerinin her ferdinin bir “milli dava” bilinciyle konuya sarılması var… Küresel düzeyde sistematik biçimde ve aralıksız sürdürülen bir propaganda çalışmasının neticesinde konunun psikolojik bir zemine taşınmış olması var. Temel tezin tartışılması engellenerek bu çürük zemin üzerine bina edilen gösterişli anlatı karşısında ahlaki bir tavır alma zorunluğunun insanlara dayatılması var. Soykırım tezine itiraz edenlerin “Tehcir sırasında on binlerce masum Ermeni’nin katledildiği gerçeğini inkâr ediyor” gibi gösterilmeleri var…
Türkiye 1915’te yaşananları 1916’da unuttu. (İlginç bir psikolojiyle Rumeli’de, Kafkaslar’da, Kırım’da yaşadıklarını unuttuğu gibi...) Ama uluslararası Ermeni hareketi o gün başlattığı propaganda faaliyetine bugüne kadar bir dakika ara vermedi. Meydan boş olduğu için tarihi kendi bakış açısıyla yeniden yazdı. Kanıt gerektiğinde onları da imal etti. İtiraz edenleri türlü yöntemlerle yıldırdı.
Zaman içinde Avrupa ve Amerika’daki akademi ve medya çevrelerinde aksi görüş adeta yasaklandı. (Medyada ve akademide ilkesel olarak “ulusal kurtuluş” hareketlerine sempati duyan sol görüşün geleneksel ağırlığı da buna yardımcı oldu. Taşnak da Hınçak da ASALA da “sosyalist” örgütlerdi.) Zaten derinlikli ve objektif araştırmalar yapan az sayıdaki bilim insanı dışındaki aydın kamuoyunu ve toplumların kanaatini şekillendirecek “literatür” farklı bir görüşe de kapı açmıyordu.
Biz ise ancak ASALA militanları diplomatlarımızı şehit etmeye başladığında bu katillerin Batı kamuoyunda karşılaştıkları sempatiyi görünce ve sonraki yıllarda Rusya’dan Fransa’ya ve ABD’ye kadar birçok ülke parlamentosunda soykırım kararları alınmaya başlanınca bir şeylerin farkına varabildik. Devlet kurumları geç de olsa iyi kötü bir şeyler yapmaya çalıştılar kendi tezimizi anlatmak için ama aydınlar başta olmak üzere toplum seçkinlerinin bir numaralı meselesi olmadı bu konu.
Belki de şunu anlayamadığımızdan: Diaspora Ermenileri “Tehcir” yüzünden Anadolu’da bağımsız bir devlet kurma hayallerinin sonsuza kadar suya düştüğünü görmelerinin hıncıyla ve intikam güdüsüyle soykırım tezine sarılmışlardı. Çünkü Tehcir olmasaydı birkaç yıl sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlatılması mümkün olmaz, böylelikle “Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma” planı da kolaylıkla hayata geçirilebilirdi. Daha önce Rumeli’de, Kafkasya’da, Kırım’da olanlar tekrarlanabilirdi. Ama hesap tutmadı.
Aslında söz konusu dönem hakkında hem dünyaya hem kendi çocuklarımıza anlatılması gereken gerçekleri şu tek cümle özetleyebilir: 1915’te Ermeni toplumunun önderleri bir kumar oynadılar. Osmanlı Ermenilerinin çektiği acılar hesapsızca oynanan bu kumarın kaybedilmiş olmasının sonucudur.
Komita şefleri ve din adamları Cihan Harbi patlak verdiğinde Rus ordusunun Anadolu’yu işgal edip kendilerine toprak vereceği beklentisiyle masaya sürüp riske ettiler kendi insanlarının hayatını. Ermenilerin hiçbir vilayetinde çoğunluk oluşturmadıkları Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunda bağımsız bir devlet kurma hayallerini tahrik eden ve yönlendiren üç aktör vardı: Rus ordusu, İngiliz istihbaratı ve Amerikan misyoner teşkilatları. İlk ikisi kendi milli çıkarları adına, sonuncusu ise Hristiyanlık adına.
Neticede “millet-i sadıka” mensupları silahlı milis kuvvetleri oluşturup vatandaşı oldukları Osmanlı devletine karşı düşman ordusu safında savaşa girdiler. “İntikam Tugayları” diye adlandırılan birlikler özellikle Sarıkamış Harekâtı esnasında Osmanlı ordusuna ciddi ölçüde darbe vurmuştu. Batılı kaynaklara göre Rus ordusuna bağlı olarak görev yapan bu tugaylarda 200 bin Ermeni genci vardı.
Bu arada içeride kanlı isyanlar başlatılmıştı. Van, Bitlis, Muş, Erzurum gibi illerde önce korunmasız Müslüman nüfus tamamen kılıçtan geçiriliyor; ne yaşlıların ne kadınların ne de çocukların gözünün yaşına bakılıyordu. Yapılan temizliğin ardından ise şehir Rus ordusuna teslim ediliyordu. Bu süreçte yarım milyon (çoğu Kürt) sivil Müslüman katledildi. Bu yönüyle bir “iç savaş” halinden bahsediyoruz…
Tehcir kararı işte bu şartlar altında alındı. Bu kadar büyük bir insan nüfusunu göçe zorlamak elbette ağır bir karardı. Ama sebepsiz alınmış bir tedbir değildi. Ülkedeki tüm Ermenileri de kapsamıyordu. Bugün iddia edildiği gibi Ermenileri imha etmek üzere hazırlanmış bir düzen değildi.
Ne var ki Tehcir sırasında on binlerce Ermeni yurttaşımızın bölgedeki başıboş çetelerin ve intikam peşindeki bazı aşiretlerin saldırıları sonucu hayatını kaybettiği bir gerçektir. O günlerde ordu bütün insan gücüyle cephelerde bulunduğundan Tehcir esnasında yaşanan facialar göç kafilelerine nezaret etmesi gereken askeri birliklerin yetersizliğinden kaynaklanmıştır. Ermenilere yönelik kıyımların özellikle Van ve Bitlis gibi doğu vilayetlerinde Taşnak çetelerinin gerçekleştirdiği katliamların intikamını almak isteyen bazı kontrol dışı aşiret unsurlarının işi olduğu bellidir. Hem bu bölgede hem başka yerlerde gerek intikam saikıyla gerekse yağmacılık amacıyla savaş zamanının psikolojisini istismar ederek göç kafilelerine saldıran silahlı gruplara göz yuman veya yardımcı olan bazı görevliler de çıkmış görünüyor. Ama tam aksi yönde davranan devlet görevlilerinin çoğunlukta olması ve kafilelerin büyük bölümünün o günkü “iç savaş” atmosferi içerisinde Suriye topraklarına ulaştırılmış olması, söz konusu süreçte işlenen cinayetlerin devlet politikası olduğu iddiasını çok güçlü biçimde yalanlıyor.
Arşiv belgeleri gösteriyor ki tehcir sırasında sivil Ermenileri çetelerden korumak üzere alınması gereken tedbirler konusunda yerel makamlarla başkent arasında bir hayli yazışmanın yanı sıra vuku bulan kıyımlarda ihmali olduğundan dolayı yargılanıp ceza alan binlerce yönetici ve subay var. Demek ki Ermenilere yönelik bir etnik temizlik niyeti yok. Devletin planladığı bir kıyım yok, ama önleyemediği kıyımlar var. Ayrıca dağlık arazilerden ve çöllerden geçen göç yolunda açlıktan ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayısı da az değil maalesef. Bunlardan dolayı dönemin hükümeti eleştirilebilir, suçlanabilir. Ama olup bitenleri soykırım diye nitelemek hukuk cinayeti olur. Bu cinayet işleniyor bugün. Ama bizim açımızdan asıl mesele bu değil. Asıl meseleyi ayrıca tartışmak lazım.