İbn Haldun’un siyaset teorisi asabiyet kavramına dayanır. Siyasi iktidarın tesisi için birbiriyle dayanışma içinde olan, aynı soydan gelen veya aynı inancı paylaşan kişilerden müteşekkil bir topluluk gereklidir. Ancak zaman içinde devletin yönetimindeki aile veya grup gücünü sağlamlaştırdığında asabiyete ihtiyaç kalmaz, çünkü iktidar bu ailenin veya grubun doğal bir hakkı gibi algılanmaya başlanır. İşte bu aşamada yönetimde bulunan kişilere itaat dini bir görev olarak kabul edilir.
“Bu inan hasıl olduktan sonra kuvvetli bir asabiyyete muhtaç olmazlar, bu sülaleye itaat artık Tanrının kitabına inanmak, uymak gibi değişmez bir inanç halini alır. İşte bundan dolayı ilm-i kelama dair olan eserlerin son taraflarına, imamet meselesi iman akidelerinden olarak eklenmiştir.” (Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan çevirisi, MEB, 1989, cilt 1, sh. 394)
Siyasi otoritenin meşruiyetini kutsal veya dinî bir kaynaktan aldığı inanışı belki siyaset kadar eski bir konu. Haddizatında modernlik öncesi dünyadaki istisnasız bütün toplumlar için yegâne meşruiyet kaynağı dindir. İslam toplumunun başlangıcında bu manada bir problem yoktur. Çünkü toplumun lideri doğrudan Allah’ın elçisidir; ondan sonra ise elçinin en yakınındaki saygın toplum önderleri arasından Müslümanların oylarıyla seçtikleri halifeler yöneticilik makamına oturmuştur. Ancak ilk dört halifenin ardından yönetimi ele geçiren Emevi ailesi halifelik makamını halkın düşüncesine bakılmaksızın işleyen ve babadan oğula intikal eden bir monarşiye dönüştürmüştür.
***
Bu noktada yönetimin meşruiyeti meselesi ortaya çıkmıştır. İbn Haldun bu konuyu öncelikle sosyolojik bir olgu olarak tespit ediyor; yani toplumsal yapıların işleyişinde görülen tabii kurallar çerçevesinde izah ediyor. Ardından buradaki meşruiyet probleminin çözümünde din bilginlerinin veya ulema zümresinin nasıl bir rol oynadığını oldukça net biçimde gösteriyor. İlm-i kelama dair eserlerin sonuna sonradan eklendiğini söylediği -yani aslında İslam’ın inanç esasları arasında yer almadığını ima ettiği- “imamet meselesi” siyasi otoritenin dini meşruiyeti konusudur. Bu konu İslami ilimler literatüründe “ulü’l-emre itaat bahsi” diye geçer.
İslam toplumunun yönetimini bir tür demokratik sistemden bir tür mutlak monarşiye dönüştüren Emevilerin ihtiyaç duydukları dinî meşruiyetten söz ediyoruz. Bu yönetim ne biçimsel olarak ne de temsil ettiği anlayış itibarıyla “islamî” olma iddiasında -başta Hz. Ali taraftarları ve Hariciler olmak üzere- diğer gruplar karşısında avantajlı olamayacağı için Emevi saltanatının geçerliğini Müslümanlara küabul ettirmek için bir tür “siyaset teorisi” veya bir tür “siyaset felsefesi” devreye girdi. Önemli olan devleti kimin yönettiği değil, devletin varlığının gerekli ve zorunlu oluşudur görüşü ortaya atıldı. Hobbes’dan yüzyıllar önce Emevi taraftarı ulema Leviathan teorisini masaya getirdi ve özellikle Hz. Peygamber’in söylediği iddia edilen sözler (hadis rivayetleri) bu anlayışa dayanak yapıldı.
***
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (yöneticilere) itaat edin” (Nisa 59) ayetinin belirli bir açıdan tefsiri çerçevesinde, yöneticiye itaatin “her şart altında” dinî bir görev olduğu görüşünü savunanların referanslarının başında hepimizin bildiği bir hadis rivayeti yer alıyordu: “Üzerinize emîr olarak bir Habeşli köle bile tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri İslâm’ı ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle bir durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası kalır ne de âhireti.”
Bir diğer rivayet de şudur: “Emiriniz, fazıl veya facir her nasıl olursa olsun, (onun emri altında) cihad etmeniz size farzdır.”
Bu sözlerin Hz, Peygamber tarafından söylenip söylenmediği veya hangi bağlamda ve hangi amaçla söylendiği yüzyıllardır tartışılıyor olsa da “ulü’l-emre itaat”in dinî bir zorunluluk olarak her şart altında geçerlilik taşıdığı görüşünün doğrudan Allah’ın elçisine dayandırılması önemlidir.
***
Her ne kadar hilafetin saltanata dönüştürülmesi ve dolayısıyla bu yeni durumla ilgili meşruiyet ihtiyacına cevap vermeye yönelik arayış ilk olarak Emeviler devrinde ortaya çıkmış olsa da “ulü’l-emre itaat” konusunun sistemli bir teori haline gelişi Abbasiler devrinin eseridir. Meselenin tarihi boyutu itibarıyla bu noktanın göz önüne alınmasında fayda var. Muâviye’nin sahabe ve tabiinden bir grup alime hitaben söylediği rivayet edilen “Din işlerine siz bakın, siyaseti bize bırakın” sözü aslında hanedanların değişmesiyle değişmeyen evrensel bir anlayışın ifadesidir.
Diğer taraftan, sözünü etiğimiz anlayışı sistemli bir “siyaset-i şer’iyye” teorisi halinde inşa edenler esas itibarıyla Eşari ulemadır ancak Maturidi’nin de farklı bir görüşü olduğunu söyleyebilir miyiz?
İmam-ı Mâturîdî’nin “ulü’l-emre itaat” konusunda söyledikleri içinde “her şart altında” vurgusu yoktur ama Eşari ile arasında en önemli görüş farkı olan “özgür irade” yaklaşımını ifade eden bir siyaset teorisi geliştirmiş olduğu söylenebilir mi?
Yerimiz kalmadığı için, bu iki sorunun cevabını haftaya tartışalım… Ulu’l Emre itaat meselesinde Eşari ve Maturidi’nin görüşleri arasındaki farklılıklarla birlikte Şia, Selefiye ve Mutezile’nin bu konuya yaklaşımlarına da kısaca değindikten sonra, asıl ele almak istediğimiz konuya, Anadolu’daki Osmanlı medreselerinin ideolojik yapısına göz atmaya çalışalım, kısmet olursa...