Bir ülkede konsolidasyon siyasetiyle sonuç alabilmek için o ülkede toplumsal ayrışmaların ve kutuplaşmanın mümkün olduğunca keskin olması icap eder ki buradan siyasi bir kutuplaşma da zuhur edebilsin. Olmayan bir şeyin siyaset tarafından kullanılması söz konusu olamaz. Yani kutuplaşma sebep, konsolidasyon siyaseti sonuçtur. Siyasetin burada yaptığı iş, üzerine su dökmesi gereken ateşe benzin dökmektir yalnızca. Ateş yakmak değil. Buradaki “ateş” toplumun kendi dinamiklerinin ürünü olan iç ihtilaflardır. “Konsolidasyoncu siyaset” bu ihtilaflar üzerinde sörf yapar tabiri caizse.
Hep söylüyoruz: Bu ülkedeki temel mesele toplumumuzun birbirine kapalı kompartımanlardan müteşekkil olan kültürel yapısı. Bu “toplumsal kompartımanlaşma” problemimizin gerisinde ise toplumsal güven problemimiz var. Daha doğrusu, bu iki problem boyuna birbirini besleyip büyütüyor.
Toplumsal yapının bütünleşik olmayışı küçük grup aidiyetlerinden büyük grup aidiyetine geçişe izin vermiyor. Modern anlamıyla millet olunamıyor. Yani ortak bir geçmişin varisleri ve ortak bir gelecek idealinin sahipleri olarak bir yerde buluşulamıyor. Dolayısıyla insanlarımız kendi aşiretinden, kendi mahallesinden, kendi cemaatinden, kendi mezhebinden, kendi partisinden vs. olmayan insanlarla temas kurmaktan, konuşmaktan, işbirliği yapmaktan korkuyorlar. Güven olmayınca kuşku oluyor. Kuşku paranoyaya dönüşüyor önce, sonra da nefrete ve düşmanlığa.
Söz gelimi dinî inançların, etnik kökenlerin, kültürel kimliklerin oy verme tercihlerinde bu derecede etkili olması gelişmiş ülkelerde kolay rastlanamayacak bir toplumsal problemin ifadesi. Modernleşme ve milletleşme süreçlerini tamamlamamış olmanın doğurduğu semptomlar.
***
Şimdi, siyasetçi için, Türkiye’nin sosyal mimarisindeki kültürel bölünmüşlüğü onarmak yolunda çaba göstermek, yani ateşe su dökmek bir tercih. Bir başka tercih ise kendi tabanını yerli yerinde tutabilmek için toplumdaki ayrışmaları körüklemeye, karşılıklı güvensizlikleri beslemeye, kutuplaşmayı arttırmaya uğraşmak olabilir.
Bu ikinci yolu tercih etmeniz durumunda, kültürel ayrışmaları savaşa çevirmek, milleti “Biz ve onlar” diye çok kalın çizgilerle tam ortadan ikiye bölmek gerekiyor ki “bizden olmayanlara” karşı herkesin safı belli olsun.
Bunun için ise var oluşumuzu hedef alan çok ciddi bir tehdit olmalı karşımızda. Ki başka her şeyi unutup “bizimkilerin” safında duralım. Mesela bayrağımızı indirmek, ezanımızı susturmak, milletimize diz çöktürmek isteyen birileri olmalı ki bunlara karşı mücadele verdiğini söyleyenleri desteklemek dışında bir seçenek söz konusu olmasın.
***
Önceki gün bu sütunda çıkan yazıda mevcut iktidarın mensuplarının konsolidasyon isimli sihirli oyuncağı ilk olarak 2007 seçimi sırasında keşfettiklerini ileri sürmüştüm. O seçimde kendiliğinden bir konsolidasyon oluşmuştu. Yapay değildi, kurgulanmış değildi. Hatta yönlendirilmiş bile değildi.
İkinci büyük konsolidasyon deneyimi Gezi Parkı olaylarında yaşandı. Daha önce de bu sürecin AK Parti siyasetinde bir kırılmanın miladı olduğunu ileri sürmüştüm: O günlerde “Çatlasanız da patlasanız da yapacağız...”, “Tıksırıncaya kadar için…” şeklindeki retoriğe karşı Gezi Parkı’nda su yüzüne çıkan toplumsal tepkilerin siyasetle değil şiddetle bertaraf edilmesi yoluna gidilince barışçıl protestolar çığırından çıkmıştı. Bunun sonucunda aşırı sol örgütlerin giderek artan görünürlüğü ve kimi gruplarca kullanılan saldırgan dil dolayısıyla milli ve manevi değerlerin tehdit altında olduğuna ilişkin oluşan algı… geniş sağ/muhafazakâr kitle üzerinde korku, kaygı ve öfke yaratmıştı.
Siyasi iktidarın bu konunun üstüne niçin “savaşa gider gibi” gittiği ve neden ilk aşamada harekete geçilmeyip olaylar büyüyüp yayılarak kontrolden çıkana kadar beklendiği anlaşılamadı. Ama netice itibarıyla taban yeniden konsolide edildi.
Dahası, bu konsolidasyonun mahiyeti sayesinde Gezi Parkı olaylarında hükümetin “mücadele yöntemini” tasvip etmeyen kişilerin partide etkisizleştirilmesinin ve daha önce “eşitler arasında birinci” durumundaki genel başkanın “reis” olmasının yolu da açıldı. Partide reis modeline geçilmesinden sonra ise sıra devlette tek kişilik yönetim tarzına geçiş fantezisinin gerçekleşmesine gelecekti. O da başarıldı.
Bugünkü iktidar partisi konsolidasyon siyasetine işte böyle bir “zorunluluk” sonucunda yöneldi.