Akıllı insanlar fikirlerle ilgilenirmiş, orta akıllılar olaylarla, akılsızlar ise kişilerle… Belki de bizde siyaset akıl dışı bir düzlemde yer aldığı için daha çok isimler üzerinde duruyoruz. Falanca gidince böyle oldu, filanca giderse şöyle olacak, yerine feşmekan gelirse de şu şekilde olacak… vs. şeklinde bir düşünce tarzımız var.
Ülke yönetiminde yer alan kişilerin ve kadroların niteliği elbette önemli ama sözkonusu kişiler gökten inmiyor. Bahsedilen görevler de babadan oğula geçmiyor artık. Toplum olarak bizim tercihlerimiz onlar. Ülkenin siyasetçisi de sanatçısı da nihayetinde içinden geldiği toplumun vasıflarını yansıtır. Dolayısıyla siyasi sahadaki bütün problemlerin temelinde toplumsal özelliklerimizin yer aldığını söylemek için allame olmaya gerek yok. Sorunların çözümü için her şeyden önce toplum kalitesinde artışa ihtiyaç olduğu da bir diğer aşikâr gerçek.
Peki, sosyal bilgiler yazılı sorusu gibi soralım, toplum kalitesi nedir ve nasıl yükseltilir? “Siyasi güç” ve “ekonomik başarı” konusunda ülkeler arasındaki farklılıkların sebebini araştıran düşünürler ve sosyal bilimciler epeydir kültürel faktörlere bakıyorlar. ABD niye güçlü, Afganistan niye zayıf? Almanya niye başarılı, Suriye neden başarısız? Hollanda niye zengin, Liberya niye fakir? Güney Kore’nin Kuzey Kore’den ne farkı var?
Geçmişte ekonomik başarı kriteri olarak din, mezhep, coğrafya, iklim gibi büyük ölçekli açıklama modelleri ele alındı ama bu kadar geniş açılı yaklaşımların yeterince açıklayıcı olmayacağı anlaşıldı. Onun yerine farklı özellik taşıyan toplumlardaki değer düzenlerinin tek tek nasıl işlediğine ilişkin araştırmalar daha işlevsel görünüyor artık.
İnsan topluluklarının siyasi ve ekonomik kararlarının her zaman rasyonel olmadığını savunan ve kültürel kodların etki gücüne dikkat çeken Fukuyama bir toplumda “güven” duygusunun yaygın olup olmamasını ekonomik performansın ve siyasi istikrarın -dolayısıyla da o toplumun kalitesinin- ölçümleme kriteri olarak ileri sürdü. Japon asıllı ünlü Amerikalı düşünürün “Güven” kitabının çıktığı günden beri bu konu sosyal bilimciler arasında eskisinden çok daha popüler durumda.
***
Güven dediğimiz sosyal ilişkilerin temelini oluşturan duygu aslında. Karşılıklı güven olmayınca insanlar aralarında ne ticaret yapabilirler ne herhangi bir konuda işbirliği. Güven eksikliği toplumda geçerliğini herkesin bildiği kurallara karşımızdaki insanın uyup uymayacağını bilmemek demektir. Yani kişisel tercihler kadar toplumun düzeninin işleyişiyle de ilgili bir konu.
“Eğer bir işletmede birlikte çalışmak zorunda olan insanlar,” diyor Fukuyama, “ortak ahlaki kurala uygun hareket ettiklerinden dolayı birbirlerine güveniyorlarsa, o işi yürütmenin maliyeti daha az olur. Böyle bir toplum, organizasyonel yenilikler getirmede daha başarılı olacaktır; çünkü yüksek güven duygusu çok çeşitli kapsamdaki sosyal ilişki türlerinin belirmesine izin verecektir.”
“Bunun tersine, birbirlerine güvenmeyen insanlar, en nihayetinde kendilerini yalnızca müzakereye, anlaşmaya ve dava etmeye iten bir formel kurallar ve düzenlemeler sistemi altında birbirleriyle işbirliği yapabildikleri bir toplumda bulacaklardır. Hatta bazı durumlarda, sistem onları baskıcı yöntemler kullanarak kendi kurallarına uygun davranmaya zorlayacaktır. Toplumdaki güvenin yerini alan bu yasal aygıt, ekonomistlerin ‘işlem maliyeti’ diye adlandırdıkları unsuru kapsar. Diğer bir deyişle, toplumdaki yaygın güvensizlik, bütün ekonomik aktivitelere bir tür vergi olarak eklenir.”
Bu vergiyi yüksek güven duygusuna sahip toplamlar ise ödemek zorunda değil Fukuyama’ya göre. (“Güven”, çev. Ahmet Buğdaycı, İş Bankası Yay. 1998)
***
Türkiye’de durum nasıl? 1981’den bu yana beş yılda bir gerçekleştirilen “Dünya Değerler Anketi”nin 2012 tarihli verilerine göre “İnsanların çoğuna güvenilebilir” diyen Türklerin oranı yüzde 11,2. “Çok dikkatli olmak lazım” diyenlerin oranı ise yüzde 82,9…
Aynı ankete göre Japonların yüzde 36’sı, İsveçlilerin yüzde 60’ı, Amerikalıların yüzde 35’i “İnsanların çoğuna güvenilebilir” diyor. Burada dikkat çeken nokta ekonomik refah seviyesi yüksek ülkelerde güven duygusunun da yüksek olması. Ama bu büyük tabloda görünen genel manzara. Daha ayrıntılı bakıldığında özel durumların da olduğu görülüyor. Mesela Türkiye’nin durumu. Ülkemizin ekonomik refah seviyesi çok şükür dünya sıralamasının diplerinde değil. Ama güven endeksinde dipteyiz. (Hem de bu biraz düzelmiş hali. 2001’de yüzde 18,6 olan güven duygusu 2007 anketinde yüzde 4’lere kadar düşmüştü.)
Nasıl ki güven duygusunu “tek başına” ekonomik başarı kriteri saymak yanlışsa kültürel değerleri ekonomik seviyeyle ölçmek de yanlış olur. Biliyoruz ki dikey ilişki modellerinin daha yaygın görüldüğü veya kolektivist zihniyetin baskın olduğu ülkelerde siyasi yapı başta olmak üzere sosyal organizasyonlar birey merkezli toplumlarda görülen modellerden farklı oluyor. Bu doğal. Ancak bir kültürün toplumsal ilişkilerde “dikey mimari” üretiyor olmasının sakıncaları da ortada. Mesela ehliyet ve liyakatin yerine sadakat ve itaatin esas alınması böyle bir değerler düzeni içinde kolayca gerçekleşebiliyor. Demek ki siyasi sahadaki problemlerimizi falanca ile filancanın yer değiştirmesi meselesinin ötesinde bir yaklaşım içinde değerlendirmek gerekiyor artık.