16 Nisan referandumuna katılan vatandaşlarımızın çoğu, evet oyunu “Erdoğan’a evet”, hayır oyunu ise “Erdoğan’a hayır” olarak gördü ve bu çerçevede tercihini yaptı. Bu durum Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi liderliğinin yanısıra temsil gücüyle ve tabii şahsında temsil ettiği toplumsal değerlerle de ilgili.
Ancak referandumda onaylanmış bulunan 18 maddelik anayasa değişikliği sembolik mahiyetinin ötesinde -evet diyenlerin de hayır diyenlerin de ciddi bölümünün farkında olmadığı veya umursamadığı- somut sonuçlar da getirecek.
Öncelikle, propaganda sürecinde ne söylenmiş olursa olsun, devlet yönetiminde son birkaç yıldır atılmaya başlanan aşırı merkeziyetçilik adımları hem anayasal çerçeveye oturtulmuş oluyor hem de bir adım daha ileri götürülüyor bu yeni sistemle. 1924-1946 arasında yaşanan kesinti dışında 1908’den beri devlet yönetiminin odağında yer alan Meclis’in gücü neredeyse sembolik hale getiriliyor. Kurulacak hükümetleri onaylama yetkisi ve bir bakanı veya bakanlar kurulunu gensoru verip düşürme imkânı milletvekillerinin elinden alınıyor. Sembolik demişken, Meclis başkanları artık cumhurbaşkanına vekalet görevini de yapmayacaklar. Bu görevi cumhurbaşkanın atayacağı yardımcılarından biri üstlenecek. Meclis’i feshetme yetkisi ise sembolik olduğu kadar pratik bir güç kaynağı.
Cumhurbaşkanına yürütmeyle ilgili konularda “cumhurbaşkanlığı kararnamesi” çıkarma hakkının yanısıra üst düzey devlet görevlileri ile kurum yöneticilerini belirleme yetkilerinin verilmesi hem yasama hem de yürütme alanında radikal değişiklikler.
Yargı kurumlarının yönetimiyle ilgili getirilen düzenlemeleri de hesaba katarsanız devletin yönetim şekli kuvvetler ayrılığı düzeninden uzaklaşıp kuvvetler birliği modeline yaklaşacak diyebilirsiniz.
***
Elbette güçlü bir liderliğin ve yetkilerin tek elde toplanmasının bazı pratik avantajları olabilir ama diğer taraftan tek tek kurumların üstlenmesi gereken bunca görev ve sorumluluğu tek bir kişinin omzuna yüklemenin ciddi riskleri olduğu açık.
Meseleyi yalnızca Erdoğan karşıtlığı veya Erdoğan taraftarlığı bakış açılarıyla yorumlamadığınız takdirde devlet yönetmenin -dolayısıyla milli hedeflere ulaşmanın ve ortak sorunları çözmenin- yeni dönemde eskisinden çok daha zor bir iş olacağını öngörmek kolay.
Umalım ki yapılan değişiklik sonucunda güçlü liderliğin güçlü bir Türkiye getireceğini, kuvvetler birliğinin önümüzü açacağını, Meclis’in artık çok daha etkin çalışacağını ve demokrasimizin daha da güçleneceğini düşünenler haklı çıksınlar.
***
Referandumdan önceki siyasi tartışmalar bağlamında yazdığım bir yazıda kısaca değinmiş olduğum bir mesele daha var: Aşırı merkeziyetçiliğin adem-i merkeziyet üretme potansiyeli. Etnik bölücülükle mücadele eden Türkiye için bu ciddi bir tehdit anlamı taşıyor. Zaten toplumsal ilişkiler -ister çatışma olsun ister uzlaşma- kurumsal temele değil kişilere bağlı olursa kolaylıkla tersine dönebilir. Önümüzdeki dönemde devletin yönetilmesi alanındaki en büyük zorluklardan biri bu olacak gibi görünüyor. Yani toplumdaki gerilimlerle baş edebilme ve toplumu yekpare tutabilme işi. Sözgelimi YSK’nın ciddiyetsizliği ve lüzumsuz tasarrufları yüzünden referandumun sonucundan kuşku duyma noktasına gelen kitlelerin ikna edilebilmesi aynı zamanda toplumdaki kutuplaşmanın yükselmesini durdurmak için de gerekli olan bazı önlemlere ihtiyaç duyuruyor.
Bu önlemlerin en başında ise siyasi retoriğin gözden geçirilmesini de içermesi gereken bir yenilenme ve toplumu kucaklama girişimi olmalı. Ancak 16 Nisan’dan sonra da sürdürülen retorik itibarıyla maalesef görünen o ki bu konuda fazla ümitlenmemek durumundayız.
Çünkü meselenin temelinde siyaset ve devlet kavramları arasında oluşturulan hayali ayrımı ciddiye alan bir zihniyet var. Bugünlerde bunların gürültüsü bastırıyor sağduyunun sesini.
Oysa siyaseti yalnızca seçim kazanıp iktidara gelmek ve iktidarda kalmak için yapılan işlerden ibaret gören holiganların devleti yönetmek konusunda fikir ve öneri üretmeleri beklenemeyeceğinden gelecekte hepimizin durumu bugünkünden daha zor olabilir.