CUMARTESİ YAZILARI
Dündar rivayetinin uydurma olduğunu düşünenler doğru olduğunu düşünenlerden daha fazla gibi görünüyor. Bir önceki “cumartesi yazısı”nda Cemal Kafadar’ın -epey dolaylı biçimde ifade etmiş olsa da- Dündar diye bir kişinin hiç var olmayıp, Osman’ın aslında babası Ertuğrul Bey’le yaşadığı çatışmayı açık açık anlatamayan Neşrî tarafından uydurulmuş hayali bir karakter olabileceği şeklindeki izahından söz etmiştik.
Y. Hakan Erdem de bu görüşte. Özel bir sohbetimizde kendisine bu konuyu açtığımda Kafadar’ın analizine katıldığını söylemiş, ayrıca Dündar’ın uydurma bir karakter olarak görülmesini gerektiren bir başka işaretten söz etmişti: Erdem’e göre kardeşleri -Ertuğrul, Sungurtekin, Gündoğdu gibi- Türkçe isimler taşıyan Dündar’ın kendi isminin Farsça olması bu karakterin sonradan uydurulduğunun alameti sayılabilir.
Ancak şu da var ki -bu konuyla ilgili ilk yazımda da işaret etmiştim- Osman’ın amcasının adını Neşrî “Tundar”, İbn Kemal ise “Dündar” diye yazmaktadır. İlk defa Neşrî tarafından rivayet edilen söz konusu hadiseye yer vermemekle birlikte Dündar’ın adının ilk olarak geçtiği kaynak olan Hasan Bayatî’nin eserinde de -en azından benim görebildiğim Ali Emiri neşrinde- bu isim “dal” harfiyle Dündar şeklinde yazılmış görünüyor. (Esasen Ali Emiri’nin neşrettiği metinle hemen hemen aynı içerikteki bir başka yazma nüshanın yeni harflere çevrilmesinden ibaret olan Kırzıoğlu neşrinde de Dündar yazımının tercih edilmesi bu neşre esas teşkil eden nüshada da bu anlamda farklılık olmadığını gösteriyor olmalı.)
Ancak basılı kopyaları bir tarafa, elimizdeki elyazması nüshalar da müellif hattı olmayıp sonradan istinsah edilmiş olduğu için kesin bir şey söylemek mümkün değil. Yine de “tı” harfiyle yazıldığında bu ismin Türkçe kökenli olabileceği düşünülebilir. (Dede Korkut Hikayeleri’ndeki “Delü Tundar” gibi...) Ama elbette bu ismin Türkçe olması Neşrî’nin hikayesinin gerçek olduğunun kanıtı değil. Belki meselenin çözümü yolunda çok küçük bir ipucu…
***
Bu konudaki diğer bir mesele de şu: Osmanlı kuruluş dönemi -ve bu döneme ait kaynaklar- konusunda önde gelen uzmanlardan biri olan Abdülkadir Özcan TDV İslam Ansiklopedisine yazdığı “Câm-ı Cem-âyîn” maddesinde şunları söylüyor: “… Daha sonra Mısır’a giden Bayatî Hasan, orada iken Cem’in Roma’da başına gelenleri öğrenmiş ve Câm-ı Cem-âyîn’i tekrar ele alarak bazı ilâvelerde bulunmuştur. Günümüze eserin her iki şekli de intikal etmiştir.”
Ne var ki eserin söz konusu “ilk şekli”nin nerede bulunduğuna ilişkin bir bilgi verilmiyor burada. Başka kaynaklarda da -kendi adıma söylemem gerekirse- bu konuda hiçbir kayda rastlamış değilim. Bunu şunun için söylüyorum: Müellifinin bazı ilavelerle yeniden yazdığı söylenen (ikinci) nüsha Neşrî’nin eserinin telif tarihinden (1492) sonraya rastladığı için eğer kitabın ilk halinde yoksa Dündar adının Neşrî’den alınmış olma ihtimali var demektir. Ancak söz konusu nüshayı göremediğimiz için -kuşku belirtmek dışında- bir şey söylemek mümkün değil elbette. Belki konuyu gündeme getiren Kafadar veya eserin her iki şeklinin de günümüze intikal ettiği bilgisini veren Özcan veya bir başka tarihçimiz bu meseleye açıklık getirir.
***
Neşrî’nin Dündar hikayesini uydurmuş olmayabileceğine dair dolaylı -ve aslında zayıf- bir kanıt ise yine bilinen kaynaklarda yer almayan bir başka rivayeti doğrulayan yeni sayılabilecek bir kaynak...
Tıpkı Dündar rivayeti gibi, yine ilk defa Neşrî’de -ve akabinde yine İbn Kemal’de- rastladığımız bir rivayet var… Ondan söz etmek istiyorum.
Sultan II. Murat’ın (yine genç yaşta ölen büyük oğlu Şehzade Ahmed konusunda olduğu gibi) ikinci oğlu Alaattin Ali Bey’in ölümü konusunda daha önceki kronikler suskundur. Bazıları hiç adını anmazlar, bazıları da 18 yaşındaki şehzadenin ölümünü sanki eceliyle gerçekleşmiş gibi aktarırlar. Neşrî ise açıkça söylemese de farklı yorumlanmaya müsait bir rivayet aktarır bu konuda. Varna Savaşı’nın başlangıcında ordunun bozulması üzerine -askerlerinin ve beylerinin çoğu gibi- muharebe alanından kaçmak isteyen padişahı durdurmak için atının dizginlerini tutmaya çalışan Dayı Karaca Bey’e kızan Kazancı Doğan adlı bir yeniçeri ağasının “Bire kara yüzlü gidi. Sultan Alaeddin’i öldürdün, bu kerre beğümüze dahi mi kasdettin, ko gitsin” diye bağırdığını anlatır.
Tıpkı Dündar rivayeti gibi bunu da Neşrî’den sonra ikinci defa kullanan kaynak yine İbn Kemal’dir. Ve yine Neşrî’deki ifadeyi yumuşatarak ve başka türlü anlaşılmasına engel olacak şekilde yeniden açıklayarak aktarır: “Sultan-ı Cihan’ı koyuver, merhum Alaeddin senin şumluğun ucundan yoğ oldu, şeametünü hazret-i Padişah-i hilafet-penaha da mı yetiştirmek istersin.”
***
Yaptırdığı imaret vesilesiyle bugünkü Karacabey (Mihalıç) şehrine adını veren kumandanın “Dayı” lakabı Şehzade Alaattin’in öz dayısı olmasındandır... Yalnızca dayısı değil, bir nevi akıl hocası… Kemalpaşazâde’nin yorumuyla Kazancı Doğan’ın sözü bu bağlamda anlam kazanıyor. Yani genç şehzade dayısının aklına uyduğu için hayatını kaybetmiştir, en azından Kazancı Doğan’a göre…
Diğer yandan, bu rivayet doğruysa Varna Savaşı’nın Karaca Bey’in padişahı firardan vaz geçirmesi sayesinde kazanılabildiği söylenebilir. Çünkü diğer kroniklerde gazi sultanın savaş alanını terk etmemesi -ve zafer için Allaha dua etmesi- sayesinde gidişatın tersine döndüğü anlatılır.
Dayı Karaca Bey’in Varna’dan sonra gözden düşmemesine, hatta bilahare Rumeli Beylerbeyi olarak -kendi yeğeninin rakibi olduğu düşünülebilecek- Fatih Sultan Mehmet ile beraber İstanbul’un fethine ve Belgrat muhasarasına iştirak etmesine bakılırsa savaş meydanındaki tutumunun olumsuz karşılanmadığı var sayılabilir.
Konuya üstü kapalı değinen Neşrî’ye gelinceye kadar Osmanlı kaynaklarının ya adını hiç anmadığı ya da eceliyle vefat etmiş gösterdiği Şehzade Alaettin’in öldürülmesi hususunda çok daha açık ve ayrıntılı bir rivayet veya iddia eserini Cihannüma müellifinden asırlar sonra kaleme almış olan Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsameddin’e aittir.
Bu konuya oradan devam edelim…