Özellikle son birkaç yıldır ve özellikle ekonomi alanında milletçe yaşadığımız sıkıntıların yeni bir mazereti var: “Savaş çıktı, ondan oldu.” Sanki Ukrayna’nın işgalinden önce milli paramızın değeri yerli yerindeydi. Savaş çıkınca her şeye zam geldi. İnsanların neyin ne olduğunu anlamadığını varsaymak çok yanlış ve dahası ters tepecek bir yaklaşım.
Savaşın elbette bütün dünyada ciddi etkileri olacak. Maalesef biz de etkileneceğiz bundan. Hatta belki de başkalarından daha fazla etkileneceğiz. Zira hem Rusya hem de Ukrayna kayda değer ticari ilişkilerimizin olduğu ülkeler. En başta da turizm sektörümüzün önemli müşterileri arasında bu iki komşumuz. Ne var ki söz konusu savaşın Türkiye’yi başkalarından daha fazla etkileyebileceğini düşündürten husus başka: Zaten iyice rayından çıkmış durumdaki ekonomimizin bu yeni yükü kaldıracak gücünün olmaması. Savaşın etkilerinin hangi ölçülere ulaşabileceğini şimdiden bilemesek de şunu iyi biliyoruz ki bu muhtemel yeni yük de yine milletin sırtına binecek. Oysa sırtındaki enflasyonun ağırlığı vatandaşın belini yeterince büktü zaten. Beş yıl önce 3,5 TL olan dolar kuru bugün 15 liraya yaklaşmış bulunuyor. Yalnızca beş yıl içinde tam dört kat değeri azalmış paramızın. Nitekim beş yıl önce 5 TL olan benzin fiyatı bugün 20 TL’yi geçti. Yani dört katına çıktı.
Demek ki uluslararası piyasalardaki dalgalanmalarla ilgisi yok bizdeki akaryakıt zamlarının. Savaşla da ilgisi yok. Brent petrolün dünyadaki fiyatı çok fazla değişmedi, bizdeki ise dört katına çıktı. TL’nin değeri dört kat azaldı çünkü. Ulusal ölçekte olmasa bile uluslararası kriterler itibarıyla dört kat fakirleşme demek bu.
Peki, bu süreçte geliri dört kat artmış olan kaç kişi var aramızda? Sayıları pek fazla değildir herhalde bu şanslı insanların. Dar ve sabit gelirli büyük çoğunluğun ekonomik gücü ise astronomik ölçüde azaldı. Tablo ortada. Bu şartlar altında bakkala, markete her gidişimizde sürekli değiştiğini gördüğümüz fiyat etiketleri için ileri sürülmek istenen “Savaş çıktı, ondan oldu” mazeretinin ciddiye alınması mümkün değil. Ne olursa olsun milletin zekasını aşağılamamak gerekir.
***
Bütün bunlara karşılık, elbette ki -bugünlerde bütün ülkenin gündeminde yer alan ayçiçek yağı gibi- doğrudan savaşın etkisiyle arzı azalan ve dolayısıyla fiyatı artan ürünler de var. Türkiye ayçiçek yağı ihtiyacının önemli bölümünü Ukrayna ve Rusya’dan temin ediyor. Dolayısıyla savaş şartlarında bu ürünün mutfaklarımıza ulaşmasında sıkıntı yaşamamız hazırlıklı olmamız gereken bir sonuç.
Nitekim geçtiğimiz günlerde Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği’nin Ticaret Bakanlığı’na gönderdiği bir yazı vesilesiyle öğrendik ki böyle bir sorun var. On gündür Rus ablukası altında olan Azak Denizinde Türkiye'ye yağ taşıyan 15-16 kadar geminin çıkışına izin verilmiyordu bu resmi yazışmaya göre. Dolayısıyla ülkede bir ayçiçek yağı sıkıntısı yaşanmaması için bizim devlet yetkililerinin Rusya ile konuyu görüşüp bir çözüm aramaları beklenir. Ne var ki bunu yapmak yerine hükümetin bakanları çıkıp sorunu kamuoyuna duyuranlara tepki gösteriyorlar. İçişleri Bakanı birtakım polisiye tedbirlerle işin üstesinden gelineceğini bildirdi. Çünkü bu işin sorumlusu olarak yine bakkallar, marketler gösterildi. Diğer yandan, yağ fiyatlarıyla ilgili paylaşımlarından dolayı 45 sosyal medya kullanıcısı hakkında işlem başlatıldığı açıklandı.
Daha birkaç gün önce göreve gelen yeni Tarım Bakanı ise “Merak etmeyin, yeterli stok var” açıklaması yapıyor. İyi ama Tarım Bakanının yapması gereken iş ayçiçek yağı stokları hakkında bilgi vermek midir? “Yeterli üretimimiz” var demiş olsa, “Tamam, Tarım Bakanlığının konusu bu” deriz. Her türlü zirai ürün Tarım Bakanlığının görev alanında olsa bile dışarıdan ithal edilen bir üründen söz ediliyor neticede. Bununla ilgili açıklamayı Ticaret Bakanı da yapsa olurdu.
Tarım Bakanı bize temel gıda ürünlerinin ülkemizde neden yeterli miktarda üretilemediğini, en stratejik alanda niçin dışa bağımlı olduğumuzu açıklamalı. Bu sorunu çözmek için neler yapılması gerektiğini, çiçeği burnunda bir bakan olarak kendisinin önümüzdeki süreçte ne yapacağını anlatmalı.
Yeni bakanın tarım sektörünü bilen, sahasına vakıf bir uzman olduğu söyleniyor. Son zamanlarda bu çeşit görevlerin ehliyet ve liyakat sahibi kişilere verildiğine pek rastlamaz olduğumuz için bu sevindirici bir haber. Dileriz, bugüne kadar sürdürülen hatalı politikaları düzeltecek adımlar atma imkanı da verilir kendisine.
***
Türk tarımının bugünkü temel problemi plansızlık. Bunun da sebebi tarımın ve gıdanın stratejik değerinin ticari yaklaşımla göz ardı edilmiş olması. Türkiye’nin tarımda ve gıdada “kendi kendine yeterli ülke” vasfından giderek uzaklaşmakta oluşu bundan…
Gündemdeki ayçiçek yağı meselesine de bu açıdan bakmamız lazım… Zaten konuya “stoklarda vardı, yoktu” diyerek veya “gemi geldi mi gelmedi mi” perspektifinden bakmak tuhaf. Düşünün ki yakın zamana kadar Trakya topraklarındaki “Van Gogh sarısı” daha Büyükçekmece’den başlardı, Edirne’ye kadar her yerde ayçiçek tarlaları görürdünüz. Bugün bunlara ancak tek tük rastlayabiliyorsunuz. Çünkü ayçiçek yağını artık dışarıdan alıyoruz. “Böyle daha ucuza geliyor” diyorlar. Artık üretimi yapılmayıp ithalatı yapılan başka birçok ürün için de aynı gerekçe ileri sürülüyor: Böyle daha ucuza geliyor. Aslında daha ucuza gelmiyor. Bir defa gıda stratejik bir alan. Üretim yapma imkanınız varsa kendiniz üretmelisiniz.
İthal ettiğinizde ucuza geldiğini sandığınız ürünü kendi çiftçiniz üretse hem dışa bağımlılık riskine girmeyeceksiniz hem de köylerden büyük şehirlere göçü önlemiş olacaksınız. Maalesef 1980’li yıllardan bu yana uygulanan politikalar bunun tam aksi yönde oldu ve aksi yönde sonuçlara yol açtı. Özellikle bugünkü iktidarın uyguladığı bir yöntem ise köydeki vatandaşlara sahip oldukları araziye oranla veya başka başka birtakım kriterlerle bir mali yardım sağlamak şeklinde. Bu modele göre köyünde oturan çiftçinin üretim yapması gerekmiyor. Zaten tarlasını ekse bile yetiştirdiği ürünü tatmin edici bir kârla satabilmesi mümkün değil. Çünkü “ithal mal daha ucuza geliyor”. Maliyeti daha yüksek olan yerli üretici ithalatçıyla rekabet edemiyor.
Oysa devlet tam da bu aşamada üreticiye destek verse, yani çocuk sayısına veya tarlasının alanına göre para dağıtmak yerine köylünün ürününü makul bir kazançla satabilmesini sağlasa bu sonuç hepimizin çıkarına olmaz mı? Belki yeni Tarım Bakanımız bu çarpıklığı ortadan kaldıracak milli bir tarım politikasının tesisi için olumlu adımlar atma imkanı bulur.
Diğer taraftan, iktidara talip olan bugünkü muhalefet partilerinin de bu yoldaki hazırlıklarını olabildiğince açık biçimde milletle paylaşmalarında fayda var.