Şarkıcı Gülşen’in İmam Hatip okulları hakkında söyledikleri de bundan dolayı kendisi hakkında başlatılan kampanya ve yargı süreci de bize göründüklerinden çok daha farklı birtakım gerçekleri temsil ediyor gibi görünüyorlar.
Bu olayın yeniden su yüzüne çıkarmış göründüğü sorunlar “asıl sorunlarımız” değil aslında.
Türkiye’nin problemi birilerinin birilerine kimi zaman rahatsız edici sözler söyleyebilmesi değil. Mikro kimliklerin bu derecede aşırı hassasiyet ifade etmesi ve herkesin her şeyden kolayca rencide olabilmesi de değil. Böylesi durumlarda siyasetin yangına benzinle koşması da değil. Seçim sathımailinde bunların özellikle gündeme getirilip kaşınması da değil asıl problem. Siyasi kontrol altındaki yargının konuyu hukuka uygun şekilde ele almak yerine bir yerleri memnun edecek bir noktaya bağlaması da değil. Buna bakarak birilerinin kendi tribünlerine oynamaya, bunun için mesela mütedeyyin insanları toptan faşist diye suçlamaya, toplum çoğunluğunun değerleri hakkında ağzına geleni söylemeye yönelmeleri de asıl mesele değil.
Bütün bunlar asıl meselenin yüzeye yansıyan tezahürleri.
Asıl mesele ne peki? Asıl mesele bizim toplumumuzun bunca şehirleşme, bunca modernleşme, bunca demokratikleşme sürecinin sonunda hâlâ millet haline gelememiş, millet olma nosyonunun hâlâ benimsenememiş olması. Millet yerine birbirinden nefret eden, kuşku duyan, korkan toplulukların oluşturduğu bir yığınla karşı karşıya olmamız.
Memleketin bu halini eski kovboy filmlerindeki “bar kavgası” sahnelerine benzetmiştim eski yazılarımdan birinde: Mütemadiyen herkes önüne gelene hiç sebep aramadan yumruk sallıyor. Kimin ne derdi var, belli değil. Yumruklayan adam yumrukladığı adamdan ne istiyor, belli değil. Konuşma yok, tartışma yok, sadece kavga var. “Sokaktaki adam”dan söz etmiyorum... Bugünkü Türkiye’de ne aydınlar ne siyasetçiler hatta ne de sanatçılar ve akademisyenler oturup birbiriyle dertleşiyor, ortak sorunlara çözüm bulmak için ortak bir çaba içine giriyor. Varsa yoksa kavga döğüş. Bir diğerine yumruğunu vurmak için fırsat arıyor hepsi. Herkes herkesin düşmanı gibi.
Sanki herkesin herkesle kan davası var. Hiç kimsenin bir diğerinin varlığına tahammülü yok. Benzer konularda benzer görüşte olanlar bile ortak dertlerine ortaklaşa bir çare aramak yerine birbirleriyle kavga etmek için gerekçe arayıp buluyorlar.
Bu marazi ruh halinin gerisinde “toplumsal kompartımanlaşma” problemimiz, onun gerisinde ise toplumsal güven problemimiz var. Daha doğrusu, bu iki problem boyuna birbirini besleyip büyütüyor.
Kişiler birbirlerine güvenmiyorlar, çünkü toplumsal yapının bütünleşik olmayışı küçük grup aidiyetlerinden büyük grup aidiyetine geçişe izin vermiyor. Modern anlamıyla millet olunamıyor. Yani ortak bir geçmişin varisleri ve ortak bir gelecek idealinin sahipleri olarak bir yerde buluşulamıyor.
Dolayısıyla insanlarımız kendi aşiretinden, kendi mahallesinden, kendi cemaatinden, kendi mezhebinden, kendi partisinden vs. olmayan insanlarla temas kurmaktan, konuşmaktan, işbirliği yapmaktan korkuyorlar. Güven olmayınca kuşku oluyor. Kuşku paranoyaya dönüşüyor önce, sonra da nefrete ve düşmanlığa.
Elbette, “toplumsal kompartımanlaşma”nın önünün alınmasını bırakın, her geçen gün daha da güçlenmesinin “yapısal olmayan” sebepleri de var. En başta da ülkedeki konjonktürel siyasi iklimin bu yapısal problemi besleyip tahkim etmesi. Egemen retoriğin kutuplaştırıcı karakterinin etkisi.
AK Parti iktidarının ilk döneminde Kemalist/Ulusalcı diye adlandırılan kesimlerin kullandığı o retoriğin şimdi AK Parti’nin elinde aynı işlevi görüyor oluşu. Konsolidasyon siyaseti uğruna toplumdaki kutuplaşmaların, karşılıklı kuşkuların, öfkelerin ve nihayet düşmanlık duygusunun azdırılması.
Bunun sonucu olarak ülkenin sorunlarını çözmeyi değil, ülkeyi ele geçirmeyi hedefleyen bir bakış açısının (Kimden ele geçireceğiz? Birbirimizden) her kesimden insanımızı esir almış olması.
Şarkıcı Gülşen olayında bir kere daha tezahür etmiş bulunan “asıl mesele” işte bu.