Suriye probleminin çözümü konusunda Rusya ve İran’la masaya oturulmasına nasıl bakmalıyız? Yakın zamana kadar buradaki ihtilafta tam karşıt noktalarda yer aldığımız bu iki komşumuzla anlaşmak Türk dış politikasının genel gidişatı bakımından ne anlam ifade ediyor?
Benim yazılarımı eskiden beri takip edenler bilirler, Şam yönetimine karşı 2011’de başlayan mücadeleyi “Suriye devrimi” diye tebcil etmekten imtina ettim hep; çünkü burada zalim bir yönetime karşı ortaya çıkan sivil isyan ne yazık ki ilk evresinden itibaren uluslararası güçlerin vekalet savaşına alet edildi. Bir yanda geniş bir coğrafyada antidemokratik köhne rejimlerin korkulu rüyası haline gelen Arap Baharı’nı söndürme fırsatı arayanların, öbür yanda buradaki sorundan jeopolitik kazanım elde etme telaşına düşen güçlerin işe karışmasıyla “Suriye Devrimi” daha doğmadan boğulmuştu.
Ankara da aslında bunu görmüyor değildi. Hatırlayacak olursanız, yaklaşık altı ay boyunca oradaki ihtilafın veya kamplaşmanın dışında kalmayı başardık. Dahası, tarafları uzlaştırmak için arabuluculuk yapmaya çalıştık. Ancak hem rejim güçlerinin halka yönelik katliam haberlerinin iç kamuoyunda oluşturduğu baskı hem de bazı müttefik güçlerin tazyikleri neticesinde daha fazla işin dışında kalma imkanını kaybettik. Ancak Suriye iç savaşında açıkça taraf olarak yer aldıktan sonra bir şey fark ettik: Şam rejiminin devrilmesi konusunda bizi ve Suriyeli muhalifleri teşvik eden Batılı müttefiklerimiz bizzat işin içine girmeye veya taşın altına ellerini koymaya hevesli değillerdi. Çünkü hem Rusya ve İran’la sıcak bir çatışmadan çekiniyorlardı hem de iç savaş sonrasında Suriye’de oluşacak yeni rejimin nitelikleri konusunda nedense birdenbire derin bir kuşku duymaya başlamışlardı.
Buna rağmen gerek bazı Körfez monarşileri gerekse Batılı müttefiklerimiz Türkiye’nin “tek başına” bu işi halletmesi için teşvik ve tazyikte bulunmaktan da geri durmuyorlardı. Bunun anlamı Türk askerinin Suriye toprağına girip rejim güçlerine karşı muhaliflerin başkaldırısının sonuçlanmasını sağlamasıydı. Daha açıkçası, Türkiye doğrudan doğruya komşu ülkeye savaş açacaktı. İstenen buydu. Ne var ki Türkiye’nin “tek başına” böyle bir girişim içinde yer alması demek bazı Körfez ülkelerinin ve bazı Batılı müttefiklerin siyasi planlarına taşeronluk yapması demekti. Diğer yandan böyle bir macera içinde yer almanın bedeli sadece savaşta kaybedeceğimiz canlar olmayacak; bu coğrafyada belki yüzlerce yıl devam edecek bir kamplaşma çerçevesinde düşmanlıkların hedefi haline gelecektik.
Düşünün ki Suriye iç savaşında doğrudan değil dolaylı şekilde taraf olduğumuz halde bugün bir yandan PYD’nin, bir yandan IŞİD’in ve diğer yandan Şam rejiminin tehditleriyle baş etmeye çabalamaktayız. Doğrudan savaşa girmiş olsak bugünkü halimizin çok daha vahim olabileceğini düşünmek zor değil. Diğer yanda ise Şam rejimine savaş açtığınızda karşınızda Rusya ile İran’ı da bulacak olmanın doğuracağı komplikasyonlar var ki bunun da hesaba kitaba gelir bir yanı yok.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar arasında şunu söyleyen çıkabilir: Tamam, Türkiye başlangıçta epeyce direndi “Suriye bataklığına” girmemek için. Tamam, Ankara’nın tek başına müdahil olması son derece sakıncalıydı; bundan kaçınması da doğruydu. Peki ama yine de öngörü hatası ve siyasi basiretsizlik yok muydu Suriye politikamızda? Dahası, bu meselenin iç siyasetin konusu yapılması manevra kabiliyetimizi zayıflatmadı mı?
Bu sorulara cevap yerine bir hatırlatmada bulunayım… Suriye iç savaşının yeni patlak verdiği günlerde “Suriye’de çözümün yolu nedir” sorusuna cevaben gazete sütunlarında ve TV ekranlarında söylediğim şuydu: Rusya ve İran’la masaya oturmak. Aradan beş yıl geçtikten sonra bu gerçekleşebildi ama bunu da yalnızca Ankara’nın öngörüsüzlüğü veya “çılgınlıktan bir türlü vazgeçmemesi” ile açıklamak haksızlık olur. Suriye’deki vekalet savaşının tarafı olan güçler böyle bir gelişmeye müsaade edecek değildi o günlerde öncelikle. İkincisi, Rusya ve İran bizimle masaya oturmaya hiç istekli değillerdi. Üçüncüsü, büyük ümitlerle ve inançla Suriye konusuna bakan bizim kendi kamuoyumuz veya daha doğru ifadeyle iktidar partisinin tabanı böyle bir uzlaşıyı kabule hazır değildi.
Son dönemde dengeler epeyce değişti. Rusya’nın 2015 sonbaharından itibaren Suriye’de doğrudan askeri varlığıyla yer almasının ardından Türkiye hem burada iyice yalnız kalmış hem de zaten gerek iç gerekse dış tehditler karşısında Batılı müttefiklerini artık yanında göremez olmuştu. Yani bu şartlarda söz konusu seçenek adeta kendisini dayatmıştı. Ama doğrusu buydu. Siyasi realitenin gereğiydi çünkü bu. Ve siyasi iktidar ne olursa olsun kendi tabanının tepkisini de göz önüne alarak bir cesaret göstermiş ve benim “dostları çoğaltmak, düşmanları azaltmak” diye formüle ettiğim anlayışı benimseyerek bu adımı atmıştı. Tıpkı bundan hemen önce belki de içi kan ağlayarak İsrail ile barışmaya rıza göstermek zorunda kalması gibi.
Kişisel olarak hoşumuza gitse de gitmese de doğru olan ne yazık ki bu. Çünkü dış politika ayağını yorganına göre uzatmayı gerektirir; bu bir. Dış politika iç politikaya karıştırılmadan sürdürülmesi gereken süreçlerden oluşur; bu da iki. Türk dış politikasının şu anda bu anlayışa yönelmiş olması olumlu tabii. Ne var ki Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamaya da dikkat etmek gerekir. Rusya ile anlaşmak veya İran ile uzlaşmak Batı ittifak sisteminden kopmayı ve dolayısıyla yeni müttefiklerimiz için kolay lokmaya dönüşmeyi beraberinde getirmemeli. Yani papaza kızıp oruç bozmaktan da kaçınmak lazım.