Boğaziçi’ndeki “kayyım rektör” protestolarının çıkış noktasını bilmeyenler hâlâ çoğunlukta görünüyor. Toplumun geniş kesimleri açısından normal bu. Çünkü hem insanların günlük meşguliyetleri ve ilgi alanlarının farklılığı dolayısıyla hem de bugünkü büyük medya ve propaganda makinasının faaliyetleri sonucunda bu türden hadiselerde neyin ne olduğunu anlamak zorlaşıyor.
İktidar çevreleri itirazların atanan rektörün kişiliğiyle veya ideolojik kimliğiyle ilgili olduğuna inanmamızı bekliyor. Hatta okuldaki LGBT kulübünün kapatılmak istenmesi karşısında bu eylemlerin sahneye sürüldüğü gibi açıklamalar bile yapılıyor. Dış güçler, misyonerler, ülkenin elit tabakası, Masonlar, Sabatayistler vd. de olayların başlatıcısı olarak gösterilenler arasında. Son olarak da “Rektörün odasını işgale kalkışan terörist” suçlamasıyla meşru protestolar kriminalize edilmeye, şiddet içirmeyen eylemlere polis şiddetiyle müdahale haklı gösterilmeye çalışılıyor.
Biraz daha makul görünmek isteyenler ise “Cumhurbaşkanımız her kurumun başına atama yapıyor, onların hiçbiri buna itiraz etmiyor da Boğaziçi niye ortalığı ayağa kaldırıyor?” diye soruyorlar… Öncelikle bir cumhurbaşkanın her kurumun başına kimseye sormadan, danışmadan atama yapması doğru bir idare tarzı değil. Zaten ne tarihte ne de bugün dünyadaki “iyi yönetilen” hiçbir ülkede böyle bir yönetim tarzı göremezsiniz. Benzer uygulamaların olduğu ülkelere de hiç kimse benzemek istemez.
İkincisi, rektör atamasındaki usul artık eskisinden farklı. Bugün karşılaştığımız olay bu yeni usulün gördüğü tepki. Biliyorsunuz, daha önce rektör seçiminde en çok oy alan altı aday YÖK’e bildiriliyor ve YÖK de bu altı kişi arasından üçünü cumhurbaşkanına gönderiyordu. Cumhurbaşkanı önüne gelen üç adaydan birini -ve çoğunlukla en çok oyu almış olanı- rektör olarak atıyordu. Bir iki defa ilk sıradaki aday yerine ikinci veya üçüncü sıradakinin tayini tepki oluşturmuştu. Üniversitedeki hocaların oylarına saygısızlık olarak görülmüştü bu tutum. Ama tabii gelen gideni aratır…
15 Temmuz darbe girişiminin ardından yapılan ciddi değişiklikler arasına üniversitelere rektör atanması konusu da dahil edildi. Erdoğan’ın epeydir hem kendi partisinde hem de ülke yönetiminde gerçekleştirmeyi arzu ettiği merkeziyetçi sistemin taşları döşenirken üniversite de bunun dışında bırakılmadı. Çıkarılan bir KHK ile üniversitelerde rektörlerin belirlenmesinde öğretim üyelerinin oyu devreden çıkarıldı. Hatta YÖK bile devreden çıktı. Bazıları farkında değil ama artık seçim yapılmıyor üniversitelerde. Cumhurbaşkanı istediği kişiyi istediği yere rektör olarak tayin ediyor. Bu kadar…
Aslında “üniversite kayyumu” usulünün ilk örneği Boğaziçi’nin bundan önceki rektörüydü. 2016’daki rektörlük seçiminde oyların yüzde 86’sını Gülay Barbarosoğlu almış, Cumhurbaşkanı ise seçime bile girmeyen rektör yardımcısı Prof. Dr. Mehmed Özkan’ı rektör olarak atamıştı. Bu atama tercihi o günlerin darbe karşıtı “milli irade, seçim sandığı, demokrasi…” retoriğiyle acı biçimde çelişse de… Bu tutumun katılımcılık, çoğulculuk, ortak akıl, istişare kültürü laflarının neresine konulacağı bilinmese de…
Ortam 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonraki ayların Türkiye’si olduğundan ne öğrenciler ne öğretim üyeleri ne de kamuoyu fazlaca tepki göstermedi bu atamaya. Zaten atanan kişi dışarıdan değildi, mevcut rektör yardımcısıydı. Yaşanan süreç normal bir zaman değildi… Ama bugün artık normalleşmeyi tamamlamış olmamız gerekirken sürdürüyoruz darbe ortamının uygulamalarını. Bunun sebebi merkeziyetçi yönetim hevesi… Her şeyi bir kişinin son sözüne bağlama fantezisi… Bu fantezinin birkaç yıl içinde ülkeyi ne hale getirdiği ortada ama yine de vaz geçilemiyor.
İktidar partisinde teşkilat kuruculuğu ve aday adaylığı yapmış birini, üstelik üniversitenin dışından getirip rektörlük makamına yerleştirmenin Boğaziçililer tarafından kendilerine hakaret olarak görülmeyeceği, bunun bir tepkiye yol açmayacağı düşünüldüyse bu vahim bir öngörüsüzlük siyasi iktidar açısından. Ama bunlar öngörüldüğü halde bu iş yapıldıysa şimdiki rektör protestolarının iktidar ortaklarınca “beklenen fırsat” olarak görüldüğü iddiası haklılık kazanır.
İyi yönetilmeyen ülke, çözülemeyen sorunlar iktidarın toplumdaki desteğini her geçen gün biraz daha azaltırken, anket sonuçlarına da yansıyan bu darboğazdan kurtulmak için iyi yönetime yönelmek ve çözüm aramak yerine toplumdaki fay hatlarını harekete geçirerek kutuplaşma üzerinden eski desteği geri kazanmak amaçlanıyorsa bu yapılan vatanseverlik olamaz. Gezi Parkı sürecinde oluşturulan kutuplaşma üzerinden sağlanan konsolidasyonu yine benzer bir yolla elde etme düşüncesi çok tehlikeli. Toplumun böylesi bir tuzağa yeniden düşeceğini beklemek de yanlış, siyasi pozisyonlarını sürdürmek için buna bel bağlamaları da.
Bugün itibarıyla Boğaziçi’ndeki rektör protestolarının sona ermesi, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin dışarıdan rektör olarak atanan kişiyi kabullenmeleri mümkün görünmüyor. Buna karşılık atama kararının geri alınmasını ihtimal olarak bile akla getirme imkânı yok. Bu durumda aklı başında herkesin tek çözüm olarak gördüğü “istifa kurumu” geriye kalıyor. Ancak bu kurum da yeni yönetim sisteminde devreden çıkarılmış olduğuna göre nasıl çıkacağız bu işin içinden? Çözüm yerine çözümsüzlük üreten yeni sistem maalesef milletin başına yeni sorunlar çıkararak ülkenin geleceğinden yaptığı harcamaları sürdürecek gibi görünüyor. Akıl, basiret ve vicdan diliyorum…