CUMARTESİ YAZILARI
Roma ordusunun Yunanistan’ı işgalinin ardından bir tür siyasi esir olarak İtalya’ya götürülen Polybios adlı genç bir devlet adamı yaklaşık yirmi yıl kaldığı, dilini ve kültürünü iyice öğrendiği bu ülkeden dönüşünde bir kitap yazar. Roma İmparatorluğunun siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olarak Akdeniz dünyasının tamamına hükmeder hale geldiği devrin ayrıntılı bir tarihidir bu kitap. Roma’nın “bunu nasıl bir yönetim modeli sayesinde başardığını” açıklamaktır niyeti Polybios’un. Ancak bundan önce Yunan dünyasında tanık olduğu siyasi rejim döngüsünü açıklar:
Bu döngünün ilk evresinde bir kişi kendi liderlik özellikleri dolayısıyla toplumun başına geçer, böylece monarşi oluşur. Ama hükümdarlık hanedana dönüşüp babadan oğula geçmeye başlayınca hiçbir meziyeti olmayan kişiler de ülkeyi yönetmeye başlar. Üstelik ilk hükümdar halktan biri gibiyken sonrakiler ahaliye tepeden baktıkları saraylara yerleşirler. Halkın bu duruma tepki göstermesi karşısında yönetim de zorbalıkla iktidarını sürdürmeye çalışır. Monarşi tiranlığa dönüşmüştür.
İkinci evrede ise halkın hoşnutsuzluğunu paylaşan toplum seçkinleri sahneye çıkar. Monarşiyi yıkıp aristokrat yönetimini kurarlar. Ama bilahare aristokrasi de bozulmaya yüz tutar, baskı ve sömürü düzenine dönüşür.
Üçüncü evrede halk eşitlik talebiyle ayağa kalkar, demokrasi kurulur. Ancak bu evrenin sonunda demokrasi de yozlaşır ve “oklokrasi” ortaya çıkar. Artık halkın içinden yeni bir liderin ortaya çıkıp düzeni sağlaması gerekmektedir. Döngü yeniden başlar...
***
Tarihteki gelişmeleri tıpkı Polybios gibi -sonradan tarihsel döngü veya döngüsel tarih adı verilen- bir anlayışla değerlendiren İbn Haldun’a göre ise bir devletin ömrü beş evreden oluşur. İlk evrede yeni ortaya çıkan enerjik bir güç çürümüş eski yönetimin yerine geçer. Bu yeni devleti kuranlar akraba dayanışması (asabiyet) içinde ülkeyi beraberce yönetirler. Devlet başkanı eşitler arasında birinci durumundadır. Halk yönetimden memnundur, refah ve adalet vardır ülkede.
İkinci evrede ise hükümdar akrabalarını/eski yoldaşlarını tasfiye edip devleti kapı kulları yardımıyla tek başına yönetmeye başlar. Ancak halka refah ve adalet temin etmeye de devam eder.
Üçüncü evre devletin en güçlü, en zengin olduğu zamandır.
Dördüncü evrede sorunlar ortaya çıktığında eldekini korumak veya devleti ayakta tutmak tek amaç haline gelir. Bunun için önceki yönetimlerin yaptıkları taklit edilir, yeniliklerden kaçınılır.
Beşinci evrede sorunlar büyürken iktidar sahipleri keyfi yönetime, israfa, kayırmacılığa, yolsuzluğa yönelirler. Liyakat ortadan kalkar, bürokrasi bozulur, çürüme son haddine ulaşır ve nihayet yeni ve enerjik bir güç bu köhnemiş yönetime son verip kendi devletini kurar. Döngü yeniden başlar…
***
İbn Haldun’dan üç asır sonra yaşayan İtalyan düşünür Vico’nun döngüsel tarih teorisinde ise üç evre vardır: İnsan topluluklarının barbarlıktan çıkıp medeniyet ve devlet kurdukları ilk evrede (Tanrılar Çağı) mitler ve dinler hâkim fikirleri oluşturur. Toplumun yönetim şekli teokrasidir.
İkinci evrede (Kahramanlar Çağı) iktidar elinde silah olan soylular sınıfının eline geçmiştir. Halkın söz hakkı yoktur. Yönetim şekli monarşi veya aristokrasidir.
Üçüncü evrede (İnsanlar Çağı) vatandaşlar eşit bireylerdir, yönetim şekli demokrasidir. Ancak demokrasi de dejenere olunca barbarlık geri gelir. Döngü yeniden başlar...
***
Hepsini kabaca özetlediğim bu döngüsel tarih teorileri içinde Polybios’un şeması ile Vico’nun modelinde öne çıkan ortak nokta, iyi yönetim arayışlarının nihai evresini oluşturan demokrasinin dejenerasyonu sonucunda yeniden en başa dönülmesi… Polybios demokratik bir yönetimin çürüyerek “oklokrasi” (kalabalıkların yönetimi) adı verilen bir rejime dönüştüğünü ve bundan sonra her şeyin baştan başladığını söylüyor ayrıca.
Oklokrasi bütün vatandaşların eşit olduğu ama bazılarının “daha eşit” olduğu yönetimdir. (Bkz. Orwell’in “Hayvan Çiftliği”.) Bizim bugün popülizm dediğimiz siyasi ideoloji bu. Milletin iktidarını tesis etmek için yola çıkan birilerinin daha sonra toplumu “milletin gerçek evlatları ve diğerleri” şeklinde ikiye ayırarak iktidarlarını sürdürmeye çalışmaları. Böyle bir yönetimde liyakat çöpe atılır, kurumlar etkisizleşir, niteliğin yerine niceliğin hâkim olduğu bir anlayış yerleşir.
Şimdi buradaki oklokrasi tarifini gören bizim klasik Kemalistler “İşte mevcut AK Parti yönetiminin tarifi” diyorlar. Benzerlikleri fark etmek için fazla zekaya gerek yok zaten. Lakin bu gidişin Türkiye’de aslında çok partili demokrasiye geçilmesiyle başladığını, o günden bu yana cahil insanların oylarını alarak iktidara gelen sağcı siyasetçilerin ülkeyi bu hale getirdiklerini söylemek zekâ işi değil.
Bugünkü yönetimle ilgili eleştirileri bir yana, sorunun kaynağı ve çözüm yolları konusunda söyledikleri tümden yanlış. “Bizim gibi gelişmemiş toplumlarda demokrasi doğru sonuç vermiyor” görüşünün şimdi son seçim sonuçlarının yarattığı haletiruhiyenin de etkisiyle yeniden gündeme gelmiş olması tehlikeli de.
Bu dönemde demokrasinin lafta kaldığından şikâyet ediyorlar ama buna karşı çözüm olarak “eğitimsiz çoğunluğu aydınlanmış bir azınlığın yönetmesini” öneriyorlar. Yani demokrasi yerine jakoben idare.
Bunun hem uygulaması imkânsız hem de sorun bu kadar basit değil. Çünkü siyasi rejimlerin hepsi aynı veya benzer tehditler karşısında savunmasız kalabiliyorlar. Yönetme yetkisini bir şekilde ele geçirenler bazen yetersizlikleri yüzünden, bazen de kötü niyetli oldukları için yanlış yollara sapıp sistemi yozlaştırabiliyorlar. Meseleyi “demokrasinin bazı toplumlara büyük gelmesi” olarak görmek doğru bir yaklaşım değil.
Polybios demokratik düzenin belirli bir süreçte bozulup oklokrasiye dönüşebileceğini söylüyor ama bu tehlike karşısında çözüm olarak Roma modelini gösteriyor. Monarşinin, aristokrasinin ve demokrasinin bir tür karışımı. Lider özelliklerine sahip üstün meziyetli bir kişinin tahtta oturduğu ama toplum seçkinlerinin de yönetimde rol üstlendiği ve halkın oy kullandığı bir rejim. “Roma mucizesinin sırrı” da budur Polybios’a göre.
Aslında Yunan tarihçinin 22 asır önce söylediği şey özetle şu: Bir siyasi sistemin sorunsuz işlemesi için temel şart toplumu oluşturan farklı unsurların bir çeşit denge denetleme mekanizması oluşturacak şekilde yönetimde rol almalarıdır.
Nitekim monarşilerin yerini millet egemenliği prensibinin aldığı sonraki asırlarda da demokrasinin dejenere olması ve oligarşiye veya oklokrasiye dönüşmesi tehlikeleri konusunda kafa yoran düşünürlerin buldukları çözüm de aynıdır: Kuvvetler ayrılığı.
Türkiye’de geçmiş yılardaki siyasi krizlerin sebebi kuvvetler ayrılığı prensibinin bürokratik vesayet anomalisini meşrulaştıracak şekilde tefsir edilmesiydi.
Bugünkü AK Parti iktidarını yönetemeyen (sorun çözemeyen) bir otokrasi haline getiren de Türk tipi başkanlık sisteminin getirilip kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmasıdır.
Altılı Masa’nın adayının seçimde yüzde 48’de kalması “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisinin en makul çözümü ifade ettiği gerçeğini değiştirmediği gibi, Türkiye’nin hâlâ bundan başka bir çözüm yolu yok.