Anayasa devletin temel felsefesini ve sınırlarını işaret eden kılavuz metnin adıdır. Ülke yönetiminde keyfiliğin önüne geçmek için bulunmuş bir yoldur. “Anayasal yönetim” insanlık tarihinde çok önemli bir aşamayı temsil eder: Yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin mahiyetine dair kadim anlayışın ters yüz olmasını. Hem insanlık tarihinde hem de münhasıran Türk tarihinde.
İngiliz tarihindeki Magna Carta olayı anayasa hareketi değildi ama anayasa fikrinin gelişmesinde büyük etkisi oldu. Magna Carta’dan tam altı asır sonra Türkiye’de gerçekleşen Sened-i İttifak olayı da anayasacı bir hareketin sonucu değildi ama padişahın yetkilerini sınırlamak ve tebaanın -çok küçük bir kısmının da olsa- haklarının kayda geçirilmesi sonraki aşamalar için ilham verici olmuştur.
Batı dünyasında 18. yüzyılda başlayan ve özellikle Amerikan ve Fransız devrimlerinin yolunu açan “anayasacılık” hareketi yüz yıl geçmeden Türkiye’ye de ulaşmıştır. On dokuzuncu asrın ortalarından itibaren vatansever Türk aydınlarının bazen canlarını ortaya koyarak uğrunda mücadele verdikleri dava ülkede anayasal yönetime geçilmesi talebi olmuştur. Çünkü şahıslar yönetiminden kurumlar yönetimine geçmenin yolu kurallar yönetiminin tesisidir.
Kâğıt üstünde basit görünüyor ama kolay olmadı bu süreç. Kardeşinin yerine tahta çıkma karşılığında 1876 anayasasını yürürlüğe sokmayı kabul eden II. Abdülhamit bilahare ilk fırsatta parlamentoyu kapatıp anayasayı askıya almıştı. Sonraki otuz yıl Jön Türk adı verilen reformcu aydınların meşruti idarenin yeniden tesisi yolunda verdikleri mücadeleyle geçti. Sultan Hamid’in istibdat rejimi ise keyfiliğin saltanatı demek olan otokrasinin mostralık bir örneği olarak tarihe geçti.
Amacımız tarih anlatmak değil, nerden nereye geldiğimizi hatırlatmak… 1908’den bu yana anayasamız ve meclisimiz var, 1960’tan bugüne de anayasa mahkememiz. Çok uzun asırlardan bahsetmiyoruz ama dünyadaki anayasa deneyimine sahip milletler içinde en eskilerden biriyiz. Bunun değerini bilmeliyiz. Ama bilmiyoruz. Zaten anayasanın ne işe yaradığını da bilmiyoruz. Anayasa mahkemesini hükümetimize ayak bağı olarak görüyoruz. Oysa yönetimde keyfiliğin hükümferma olmasına engel olmak için hükümetleri hatta meclis faaliyetlerini usul açısından denetleyen bir mekanizma gereklidir.
Türkiye’de bugün Anayasa Mahkemesi’nin mevcudiyetinden şikayetçi olanlar herhalde böyle bir denetim mekanizmasını istemiyor olmalılar. Yüzyılların tecrübe birikimiyle oluşmuş kuralları, gelenekleri, teamülleri bir tarafa bırakıp keyfine göre hareket etmek yeni rejimin esası zaten.
Gelgelelim ortada hâlâ böyle bir kurum var. Hâlâ yürürlükte olan anayasamız bu kurumu Türk hukuk sisteminde -Adalet Bakanı aksini söylese de- yargı hiyerarşisindeki en yüksek merci olarak gösteriyor. Kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarının tümünü bağlayıcı nitelik taşıdığını bildiriyor. Bu durumda yapılması gereken, bu kurum ortadan kaldırılıncaya ve mevcut anayasa değiştirilinceye kadar, alınan kararlara uymak olmalı.
Ne var ki bunun için zamanları yok galiba. O kadar uzun bekleyemiyorlar. Bu yüzden olsa gerek, Yargıtay önceki hafta “Can Atalay kararı uygulanmasın” diyerek AYM’nin anayasal yetkilerini doğrudan hedef aldı. Bu çıkışa siyasetten de destek geldi elbette.
Sanki adı geçen milletvekilini -her nedense- mutlaka içeride tutma mecburiyeti var. Herkes bunun için elinden geleni yapıyor. Gerekirse hukuk da çiğneniyor, anayasa da rafa kaldırılıyor. Tuhaf, anlaşılmaz, inanılmaz… Ama gözümüzün önündeki tablo bu…
Hükümleri kesin ve temyize kapalı iki yüksek yargı kurumu var Türkiye’nin anayasal düzeninde. Biri YSK. Örneğin kimin milletvekili olabileceğine veya seçimi kimin kazandığına Yüksek Seçim Kurulu karar veriyor. Konu da orada kapanıyor.
Ama bu sefer öyle olmadı. Hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmayan Can Atalay için YSK “seçimde aday olabilir” dedi. O da aday oldu, halk da oy verdi, milletvekili seçildi. Bunun ardından derhal serbest bırakılması ve meclisteki görevine başlaması gerekiyordu. Ama serbest bırakılmadı, meclisteki görevine başlatılmadı.
Hükümleri kesin ve temyize kapalı iki yüksek yargı kurumundan diğeri Anayasa Mahkemesi. Can Atalay davasında her iki yüksek yargı organı da fiilen devreden çıkarıldı, anayasanın kesin emrine rağmen hükümleri tanınmadı. Yani anayasal düzen bir anlamda ortadan kalkmış oldu.
Hukukçuların “yargı darbesi” olarak nitelediği benzeri görülmemiş bu olay hakkında söyleyecek fazla söz bulunamıyor. Ancak şu var ki perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Mevcut iktidar 2018-2023 arasındaki ilk “başkanlık dönemi” boyunca yaptıklarıyla perşembe günü geldiğinde ne yapacağının haberini vermişti.
Kuvvetler ayrılığı zaten Türk tipi başkanlık rejimiyle birlikte ortadan kaldırılmıştı. Ona da 2017 referandumunda halk onay vermişti. 2018’de resmen uygulanmaya başlayan Başkanlık modelinde yargının siyasallaşması tam hız devam ettirildi. Kurumlar iyice etkisizleştirildi. Kuvvetler ayrılığı fiilen ortadan kalktı. Son seçimde ise bu yönetim anlayışı yüzde 52 ile ibra edilmiş oldu. Onun için olup bitene şaşırmak yersiz. Tabii ki “yola devam” edecek iktidar. Başka bir ihtimal mi vardı?
Aslına bakarsanız, bu dönemde ne şimdi hedefe oturtulan Anayasa Mahkemesinin ne de Yüksek Seçim Kurulu’nun tarafsız ve bağımsız kurumlar olarak varlıklarını sürdürdükleri söylenebilir. Üyeleri “partili” cumhurbaşkanınca atanan kurullardan tarafsızlık beklemek abartılı bir hayalcilik olur zaten. Unutmayalım ki Can Atalay için milletvekili seçilmesinde sakınca yok kararı veren Yüksek Seçim Kurulu, 2019’da Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı seçimi “sandıkta yolsuzluk yapıldı” iddialarından dolayı iptal etmişti. Anayasa Mahkemesi üyeleri ise tam da kendileri hakkında suç duyurusu yapıldığı saatlerde “sansür yasasının anayasaya uygun olduğuna” karar vermişlerdi.
Peki, üyelerini kendilerinin seçtiği ve kritik konularda daima “uyumlu ve olumlu refleks” gösteren Anayasa Mahkemesi’nin mevcut yapısı iktidar kanadını niye rahatsız eder? Önemli konularda hep yanlarında dursa da bazen AYM’den kendi istedikleri yönde kararlar çıkmayışına, yani “her konuda sözlerinin dinlenmemesine” mi kızıyorlar? Yoksa güç gösterme fırsatı olarak mı görüyorlar böylesi durumları? Oluşan krizi başka bir hedefe sıçrama basamağı mı yapmak niyetleri?