Yeni sistemde öncelikle yasama ile yürütme ayrımı ortadan kalktı. Daha doğrusu yasama gücü sahneden çekildi. Devletin yasama organı olan Meclisin hükümeti denetleme görevi de ortadan kalktı. Diğer yandan, bağımsızlığı söz konusu olmayan bir yargı gücünün de aslında mevcudiyetinden bahsedilemez. Mecazen dördüncü güç denilen medyanın da durumu belli.
Neticede iki yüzyıldır kurup yerleştirmek için mücadele verdiğimiz kuvvetler ayrımı prensibinin ruhuna fatiha okundu.
Devlet kurumlardan oluşur. Bir de bu kurumların yetki ve sorumluluk sınırlarını belirleyen kurallardan. Bu süreçte kurumlar etkisizleştirildi, siyasallaştırıldı, geleneklerinden koparıldı. Yetmedi, yetki ve sorumluluk sınırları tamamen belirsizleşti, adeta mevcudiyetleri boşa çıkarıldı. Sistem içindeki konumları sembolik hale geldi. Ama varlıkları artık sembolik de olsa bunlardan rahatsızlık duyulmaya da devam ediliyor. “Biz varken bunlara ne gerek var” anlayışıyla köklerine kibrit suyu dökülmek isteniyor.
Mesela barolarda yönetim üye avukatların oylarıyla seçiliyor ve -yargı süreçlerinde hiçbir etkileri bulunmasa da- siyasi otoriteden bağımsız oluşları bile rahatsızlık oluşturuyor. Buralarda çoğunlukla muhalif/sol kadroların egemenliği de cabası. Türk Tabipler Birliği aynı sebeplerle hedef alınmış görünüyor. “Doktorların da avukatların da başı yüzde 52 oyla seçilmiş iktidar olarak biziz, siz kim oluyorsunuz” yaklaşımı var burada…
Bir süredir Anayasa Mahkemesi’nin hedefte oluşu da başka bir sebebe dayanıyor değil. Üyelerini kendilerinin seçtiği ve kritik konularda daima “uyumlu ve olumlu refleks” gösteren Anayasa Mahkemesi ile ilgili rahatsızlık yalnızca bazı dosyalara dair verilen kararlar yüzünden değil. Üyelerini kendilerinin seçtiği ama bu üyeleri istedikleri zaman görevden alamadıkları için kimi zaman serbest harekete edebilen “böyle bir mahkemenin varlığı” asıl sorun galiba…
***
İktidar ortakları geçenlerde peş peşe Yüksek Mahkeme’nin statüsünün yeniden yapılandırılması çağrılarında bulunmuşlardı. O zaman şunu yazmıştım:
“Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi anayasa değişikliği gerektiriyor. O da ya Mecliste muhalefetin desteği alınarak veya referanduma götürülerek mümkün. İkisi de kırk satır ve kırk katır seçenekleri iktidar açısından. Yani bugün itibarıyla ellerinden gelen bir şey yok. Ama tabii başka türlü bir çözüm düşünülmüşse, onu bilemem…”
Bugünden bakıldığında “başka türlü çözüm” olarak “fiili durum oluşturup bunun doğuracağı kriz üzerinden birtakım adımlar atmak” düşünülmüş gibi görünüyor. Ama yine de böyle bir yaklaşıma ihtimal vermemek durumundayız. Çünkü ülke yönetme sorumluluğunu üstlenmiş kadroların devlet düzeninin altındaki halıyı çekmek gibi bir girişimde bulunabileceklerini akıl almıyor.
Bir yerel mahkemenin ülkedeki cari yargı sisteminin en üst mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin bir dava konusundaki hükmünü tanımadığını açıklaması (ve bu tutumun siyasi iktidarın tasvibine mazhar oluşu) yargı düzeninin “yoklukla malul” oluşunun delili olabilir ancak. Gelinen yer “yargının siyasallaşması” aşamasının bile ötesindedir artık.
Bu hadiseye karşı AYM üyelerinden birinin belki iyi niyetle ama kesinlikle şuursuzca sergilediği şovun karşı karşıya olduğumuz vahim gerçekleri gölgelemesine izin verilmemeli.