CUMARTESİ YAZILARI
Tarihin en büyük gizemlerinden biri herhalde Osmanlı Devleti’nin kuruluşu meselesidir. Nasıl olmuş da Selçuklu hâkimiyetinin sona erdiği sırada Anadolu’nun egemenleri arasında adı bile anılmayan küçük bir beylik çok kısa bir sürede güçlü rakiplerini alt ederek bölgenin en büyük siyasi gücü haline gelebilmiş? Dahası, kısa zaman içinde üç kıtaya hükmeder hale gelen koca bir devlet çıkmış küçücük bir aşiretten…
Bu işi “nasıl” başardıkları kadar bunu yapanların “kim” olduğu da sır aslında. Gerçekten bir aşiret mi, rastgele bir araya gelmiş serüvenciler topluluğu mu, Allah yolunda gaza eden mücahitler mi, bölgenin yerlileri mi, kimsenin tanımadığı yabancılar mı?
Bu şıkların hepsi farklı tarihçilere ait farklı görüşler ve tahminlerden ibaret. Tam olarak bilemiyoruz, hangisi doğru. Çünkü Osmanlı’nın kuruluş dönemi adeta yazının bulunmasından önceki karanlık çağlar kadar bilinmezlik örtüleri altında.
Osman Gazi adıyla bildiğimiz “kurucu ata”nın adının gerçekten Osman olduğundan bile emin değiliz. Çünkü Osmanlı’nın kuruluş dönemiyle ilgili en eski kaynak bu tarihten yüz yıl sonrasına ait. Üstelik nesnel bir tarih anlatısı veya tarafsız bir kayıt değil, hamasi bir manzume bu en eski kaynak. Bundan bir yarım asır daha geçince karşımıza çıkan kronikler ise hem neredeyse birbirinin tekrarından ibaret olduklarından hem de tutarsızlık, çelişki, anakronizm ve tevsik edilemezlik gibi problemler taşıdıklarından fazlaca güvenilir ve aydınlatıcı sayılmazlar.
Peki, bu durumda Osmanlı hakkında bildiklerimizin hiçbiri gerçeğin ifadesi olamaz diyerek konuyu kapatacak mıyız?
O kadar da değil. Kaynakların sınırlı ve kısıtlı oluşu veya birtakım problemlerle malul oluşu Osmanlı hakkında hiçbir şey bilemeyiz ve bilmiyoruz anlamına gelmez. Sadece bildiğimizi sandığımız hususlara biraz daha ihtiyatla yaklaşmamız gereğini ihtar eder.
***
Öncelikle, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren sadece bir asır içinde bütün Anadolu’ya ve Rumeli’ne egemen olması ve bu egemenliğin beş asır gibi çok uzun bir süre daha sürdürülebilmesi sadece kılıç gücüne bağlanarak izah edilebilecek bir hadise olamaz. Demek ki çözülmesi gereken muamma burada bir yerlerde… Bu muammayı çözmek için Osmanlı sistemini hayata geçiren “kurucu ideoloji”yi tespit etmek gerekiyor. Ayrıca elbette bu “kurucu ideoloji”nin nasıl bir toplumsal ortamda neşv ü nema bulduğu da aydınlatılması ve göz önünde tutulması gereken bir husus…
Bilindiği üzere, kurucu ideolojinin tanımlanması -ve bununla bağlantılı olarak kurucu kadronun kimliği-konusunda tarihçilerin farklı görüşleri var. İmkân olursa bir dizi “cumartesi yazısı” boyunca bunları değerlendirmeye çalışalım…
***
Osmanlı hanedanının kökeni ve Osmanlıların kurucu ideolojisi üzerine halen süregiden tartışmaları yaklaşık bir asır önce başlatan kişi -tıpkı benim gibi- tarihe meraklı bir gazeteciydi. (Aynı zamanda ilahiyatçı, daha doğrusu misyoner.) Türkiye’de bulunduğu yıllarda hem bazı Amerikan gazetelerine muhabirlik yapmış hem de ülkesinin Protestan misyonu adına faaliyet yürütmüştü.
Türkiye’de görev yapan diğer bütün Amerikalı-Protestan misyonerler gibi Herbert Adams Gibbons da özellikle Ermeni meselesiyle yakından ilgiliydi. 1909’daki “Adana Olayları” sırasında Tarsus Amerikan Koleji’nde görevliydi.
Şurası önemli ki “Anglo-Sakson Dayanışması” adlı bir kitabı da bulunan “gazeteci” misyonerimiz Birinci Dünya Savaşı’nda kendi ülkesinin İngiltere safında yer alması için uğraşanlar arasındaydı. Bu savaşta İngilizlerin “Hıristiyanları katleden” Osmanlılarla karşı karşıya olduğu tezini savunan Gibbons’ın işte o günlerde Amerikan gazetelerinde çıkan haber ve yorumları yeni kıtada Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında etkili olmuştu. Bu anlamda Gibbons bugün Batı dünyasında geniş kabul gören “Ermeni soykırımı” anlatısının da mimarlarından biri sayılabilir.
***
“Osmanlıların kökeni” problematiği üzerine modern dönemde üretilmiş ilk teorinin sahibine ilişkin bu “kimlik bilgileri” çok mu lazım? Evet, lazım. Yalnızca bu dönemde eser verenlerin değil, klasik dönemin müverrihlerinin sosyal ve siyasi pozisyonları da önemli. Hatta ilk devir kroniklerinin müelliflerinin verdikleri bilgileri de bu kişilerin siyasi angajmanları ve sosyal konumları bilinmeden yorumlanması ve değerlendirilmesi doğru olmaz. Söz gelimi, ilk dönem kronikleri içinde Şeyh Bedrettin hadisesine en olumsuz yaklaşıma Âşıkpaşazade’nin eserinde rastlarsınız. Eserin müellifinin vaktiyle devlete isyan etmiş bir başka şeyhin soyundan geldiği bilinirse konu hakkında yazdıklarını bir başka açıdan yorumlama imkânı bulunabilir. Nitekim bunu yapan hocalarımız var. Keza adı geçen tarihçimizin ordu mensubu olması ve özellikle Musa Çelebi’ye karşı Çelebi Mehmed’in safında savaşmış olması -olaylara bakışını ne derecede etkilediğini tam olarak bilemesek de- dikkate alınması gereken bir detay.
Âşıkpaşazade’nin Osmanlı bürokrasisine ilişkin eleştirilerinin o günün siyasi çekişmeleriyle ilişkisi olabileceğinden birkaç hafta önceki bir cumartesi yazısında söz etmiştim. Değerli tarihçimiz Hakan Erdem KARAR’daki son iki yazısında bu durumun çok daha ileri örneklerini dile getirdi. Tevarih müellifinin Fatih dönemindeki bazı uygulamalara yönelik eleştirilerinin kendi “kişisel mağduriyetini” yansıttığını, buna mukabil “görevi gereği” konunun karşı tarafında yer alan Tursun Bey’in ve onu izleyen diğer tarihçilerin Âşıkpaşazade’nin yazdıklarının tam aksini anlattığını gösterdi. Okumamış olanlara o yazıları da öneririm.
Elbette Âşıkpaşazade yalnızca bir örnek… Diğer kroniklerin belirli konularda verdikleri malumatın da müelliflerin kişisel duruşları, inanışları, mensubu bulundukları sosyal sınıfların veya zümrelerin çıkarı ve itibarı vs. göz önüne alınarak değerlendirilmesi lazım.
***
Yine laf lafı açtı, sadede gelemedik…
1916’da yayımladığı “The Foundation of the Ottoman Empire” (Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu) adlı kitabıyla yüz yıl devam edecek ama yine sonuçlanmayacak bir büyük tartışmanın fitilini ateşlemiş olan Amerikalı yazar Herbert Adams Gibbons’ın eserinin içeriğine ve tezlerine göz atmayı sürdüreceğiz.