Osmanlı tarihinin trajedileri

İbrahim Kiras

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey amcası Dündar Bey’i okla vurup öldürmüştü. Kosova Meydan Savaşında şehit olan I. Murad’ın yerine apar topar tahta çıkan Yıldırım Beyazıt babasının ölümünden habersiz düşman birliklerini kovalayan kardeşi Yakup Çelebi’yi savaş alanına döner dönmez boğdurdu.

I. Murad’ın küçük oğlu Savcı da saltanat iddiasıyla babasına isyan ettiği için öldürülmüştü. Bilahare Yıldırım’ın oğulları arasında yaşanacak olan savaşlar zaten malum ve aslında bu dönem daha “normal” bir dönem. Ölmeler, öldürmeler “daha mertçe” çünkü.

Buna karşılık, ilk Osmanlı kaynakları iktidar hırsı taşımayan, hatta gerektiğinde tahttan feragat eden ve tahttaki kardeşlerine ve yeğenlerine fedakârca yardımcı olan şehzade örneklerinden söz ederler hep…

Fatih’in kanunnamesinden sonra bu “resmî görüş” değişmiştir.

Fatih’in babasıyla arasında geçenler ve hepsi kendisinden önce vefat eden kardeşlerinin başına gelenler ise ayrı bir araştırma konusudur.

Şehzade Cem vakası, Yavuz’un babasıyla ve kardeşleriyle mücadelesi ibretlik hadiseler olarak ortak hafızımıza yerleşmiştir.

Kanuni’nin sekiz oğlundan yalnızca biri hayattaydı babaları vefat ettiğinde. Diğerleri acımasız taht mücadelesi içinde ya kardeşleri ya da bizzat babaları tarafından katledilmişlerdi.

III. Mehmed tahta çıkarken sarayın arka kapısından 19 şehzadenin cenazeleri çıkıyordu. Şehzade öldürme adeti I. Ahmed’in saltanatına kadar devam etti, ondan sonra “kafes” trajedisi ortaya çıktı.

***

Kimi bir yandan saltanat rüyası görecek bir yandan da ölümün nefesini ensesinde duyacak yaştayken, kimiyse daha anne kucağındayken katledilen şehzadelerin baş rolünde olduğu trajedilerden söz ediyoruz…

Gelgelelim tarihimizde yaşanan bu büyük trajediler bizim edebiyatımızda kendilerine pek yer bulamamıştır. Tabiatıyla bunların kolektif bilincimizde nasıl yankı bulduğu konusu da işlenmiş değildir.

Devrin edebiyatı bundan uzak durduğu gibi modern dönemde kaleme alınan eserler de bu konuları çoğunlukla yüzeysel bir bakışla geçiştirmiştir.

Günümüzde yazılan eserlerin neredeyse tamamı ecdadın kahramanlık hikayelerinden ibarettir. Bunların dışında edebiyat iddiası olan az sayıda romanda veya sinema ve tiyatro eserlerinde ise bahsettiğimiz hadiseler derinlemesine ele alınmamıştır.

Olayların sıcaklığı içinde yazılmış olarak yalnızca iki örnek aklıma geliyor. Biri Necati Bey’in Şehzade Abdullah Mersiyesi. Tanpınar’ın hep tekrarladığı “Yanında bunca kulundan bir ademi bile yok / Beğim bu nice seferdir ki ihtiyar ettin” beytinin de yer aldığı şiir.

Necati Bey kuşkulu bir şekilde hayata veda eden şehzadenin divan kâtibiydi. Şairimizin daha önce yanında Nişancı olarak görev yaptığı Şehzade Mahmud da genç yaşta ölüvermişti.

Taşlıcalı Yahya Bey’in, babası (Kanuni) tarafından öldürtülen, Şehzade Mustafa için yazdığı mersiye ise siyasi eleştiri de barındıran öfkesiyle çok daha cesur bir çığlık olacaktır: “Meded, meded! Bu cihanın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlileri aldı Mustafa Han’ı”

***

Trajedi kavramını biz günlük dilde “acıklı olay” anlamında kullanıyoruz. Ancak tiyatro edebiyatının bir türüdür esas olarak trajedi. Antik Yunan’dan Roma’ya ve sonra modern Avrupa’ya intikal ederken yapısı biraz değişmiş olsa da temel özelliği değişmemiştir. Trajedi insanın kendi gücünü aşan durumlar karşısındaki çaresizliğidir.

“Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusuna muhatap olmak vardır trajedilerde. Trajedi bir açmazdır. İki seçeneği vardır sahnedeki karakterlerin ama ikisinin de sonunda mutsuzluk, ızdırap ve pişmanlık vardır. Hangisini seçerseniz seçin, mutlu olamazsınız. Ne kadar mücadele ederseniz edin sonunda kaybeden siz olursunuz.

Osmanlı ailesinin “şehzade trajedisi” de tastamam böyle bir olay. Ya babanı, oğlunu, kardeşini öldüreceksin ya da onlar seni ortadan kaldıracak… Toplumun geri kalanı için ise ya sarayda kundaktaki bebekler boğdurulacak ya da yönetimin istikrarı tehlikeye girecek.

Sofokles’in, Corneille’in, Shakespeare’in eserlerindeki karakterlerin yaşadığı türden açmazlar…

Bu arada, hatırlatmakta fayda var: Klasik trajedi edebiyatının en büyük kalemlerinden Jean Racine, IV. Murat’ın kardeşi Bayazıt’ı öldürtmesi olayını -hem de o dönemde- “Bajazet” adıyla kaleme almıştır. (Karıştırmayalım: Vivaldi’nin aynı isimli operası Timur’a esir düşen Yıldırım Beyazıt’ın çektiklerini anlatır.)

Bizde ise tiyatroda Orhan Asena’nın Taht ve Baht Dörtlemesi, Turan Oflazoğlu’nun İktidar Üçlemesi var. Roman aklıma gelmiyor. Popüler romancılarımızın -çoğu Cem Sultan’ın yaşadıklarını konu alan- eserleri sayılmazsa…

***

Modern dönem edebiyatımızın böylesi verimli bir kaynağa karşı gösterdiği tuhaf ilgisizliğe mukabil, Beşir Ayvazoğlu şimdi tarihimizin trajedi tablolarına farklı bir yaklaşımla eğilen yeni eseriyle karşımızda…

Ancak, yanlış anlaşılma olmasın, şehzade kavgalarının trajik boyutunu işleyen bir eser değil Ayvazoğlu’nun kitabı. Keza söz konusu olayların halk arasında nasıl yankılandığı sorusunu doğrudan cevaplamaktan ziyade şair, ressam, bilgin, bürokrat gibi entelektüel karakterlerin meseleyi farklı açılardan tartışıp değerlendirişlerine yer veriliyor. Hem geçmiş zamanlarda hem de günümüzde geçen epizotlarda…

Muradiye Hikayeleri alt başlığını taşıyan Çiçek Hanım’ın Rüyaları, kimilerinin “üstkurmaca” dediği “çerçeve anlatı” (hikaye içinde hikaye) tekniğiyle kaleme alınmış. Kitapta birbirinden bağımsız ama aynı zamanda bir arada okununca bir büyük metnin alt bölümlerine dönüşen on bir ayrı metin var. Bu bakımdan hikayeler diye sunulan eser -postmodern yapısıyla- pekala roman olarak da tanımlanabilir.

Hikayelerin ana ekseninde Muradiye Camii’nin haziresindeki “maktul şehzade” türbeleri yer alıyor. Maktul şehzadelerin başına gelen acıklı olayların yansıttığı değişik sosyal ve kültürel gerçekler yani.

Ana hikayenin kahramanı Cem Sultan hakkında bir roman yazmış ve şehzadeye karşı platonik bir bağlılık geliştirmiş olan tarihçi Çiçek Hanım. (Galiba, kitabın başka sayfalarında da benzerleriyle karşılaştığımız bir “edebi latife” olarak, Bulgar tarihçi ve romancı Vera Mutafçiyeva’yı anıştıran bir kişilik bu.)

Maktul şehzadelerin dramları yanısıra bu alandaki akademik literatüre de göndermelerle dolu olan kitapta yine şehzadelerin trajik hikayeleriyle bağlantılı olarak işlenen ikinci bir “ana izlek” daha var: Müslüman Türk muhayyilesini ve dünya algısını temsil eden Osmanlı sanat anlayışıyla bir başka dünya görüşünün yansıtıcısı ve taşıyıcısı olan Avrupa sanatının karşılaşmaları.

Yayımlanan ilk eseri İslam sanat anlayışının felsefi zemini üzerine olan Beşir Ayvazoğlu bu kez meseleyi kurmaca bir metinde hayali kahramanlar ve hayali olaylar aracılığıyla işliyor.

Her bakımdan ilgiyi hak eden, dahası keyifle okunan bir eser çıkmış ortaya. Öneririm...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (119)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.