Osmanlı nasıl geri gelsin

İbrahim Kiras

Toplumumuzun büyük çoğunluğu için Osmanlı ismi Türk tarihinin en parlak dönemi olarak ortak geçmişin gururla benimsenen sayfalarını ifade eder. Hatta insanlar bu gururu nesilden nesile sürdürmek üzere çocuklarına Fatih, Yavuz gibi cihangir padişahların isimlerini verirler. Ne var ki Osmanlı ismine duyulan bu derin ve samimi sevgi sayesinde hem siyasette hem ticarette Osmanlı ismi üzerinden istismar da epeyce kazançlı bir saha oluşturuyor artık.

Osmanlı isminin olur olmaz her yerde kullanılarak siyasi veya ticari çıkarlara alet edilmesi giderek toplumun Osmanlı ismine duyduğu sevgiyi ve saygıyı azaltacak bir olgu aynı zamanda. Diğer yandan ise Osmanlı ve cumhuriyet kavramlarını karşı karşıya getirerek insanların bir tercihe zorlanmaları ve toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesine bilerek ya da bilmeyerek hizmet edilmesi çok tehlikeli bir tutum.

Bu arada, Osmanlı ailesinden birilerinin de ikide bir ortaya çıkıp birtakım münasebetsiz laflar etmeleri aynı etkiye yol açıyor. Nitekim son günlerde bir hanedan mensubunun “Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi sembolik de olsa Osmanlı saltanatının sürdürülmesi” gerektiği şeklindeki açıklaması üzerine lehte aleyhte tartışmalar yapılıyor.

İlgili haberlere baktım, sözkonusu kişi aslında tam olarak öyle söylememiş. Kurduğu cümle “Dünyada nasıl farklı hanedanlıklar varsa ülkemizde de olması gerektiğini düşünüyorum” şeklinde. Bu sözün anlamı net olmasa da -ve belki “saltanatın sürdürülmesi” anlamında sarf edilmemiş de olsa- böyle anlaşılmış olması bile problemli bir husus. Türkiye’de cumhuriyet rejiminin ihdasının o günün siyasi konjonktürü çerçevesinde yorumlanıp izahı tarihçilerin çalışma konusu olabilir ama cumhuriyet idaresinin kuruluşundan bir asır sonra meşruti monarşiye dönüşebileceğine ihtimal verilmesi birçok insanın gerçekler aleminin uzağındaki tuhaf bir hayal dünyasında yaşadığını gösterir.

Saltanatla birlikte Osmanlı’nın ihtişamlı günlerinin geri geleceğini düşünmek akıl işi değil. “Sembolik de olsa” kaydı düşülerek konunun öneminin hafifletilebileceğini düşünmek de öyle.

Ona bakarsanız, cumhuriyet ilan edildiğinde Osmanlı saltanatı zaten çok uzun süredir “sembolik” mahiyetteydi. Saltanat bu duruma da birdenbire değil, uzunca bir süre içinde gelmişti. İlk adım saltanatın babadan oğula geçme usulünün terkedilmesiydi. Hükümdarın gücünü büyük ölçüde zayıflatan bir süreçti bu.

***

Tarih boyunca birçok devletin kaderini -belirli bir soyun hakkı kabul edilen- hükümdarlığın babadan oğula geçme zorunluluğu belirlemiştir. Gelen kişi iyi çıkarsa ülkeye mutluluk, kötü çıkarsa felaket getirecektir.

Gerçi mutlakıyetin en katı şekilde uygulandığı monarşilerde bile devlet yönetiminin tamamen hükümdarın iki dudağı arasında olması sözkonusu değildir. Bilhassa hukukun, kurumların ve geleneklerin mevcut olduğu yapılarda… Ancak kötü bir yöneticinin yönettiği kurumu zamanla dejenere etmesi de imkânsız değildir. Dolayısıyla geniş yetkilerle donanmış bir devlet başkanlığı makamında kimin oturacağı önemsiz bir konu sayılamaz.

Günümüzde parlamenter demokrasi bu sorunu kökten çözmüş bulunuyor. Yönetme yetkisi hiç kimseye doğuştan verilen bir hak değil artık. Monarşilerin hâlâ yaşadığı ülkelerde bile halkın seçtiği siyasetçiler ve atanmış seçkinlerin oluşturduğu bürokrasi aygıtı yönetiyor devletleri.

***

Ama elbette bu noktaya çok da kolay gelinmedi. Yönetme yetkisine doğuştan sahip oldukları iddiasındaki hanedan üyeleri ellerindeki iktidarı sıradan insanlarla paylaşmaya yanaşmadılar. Bu süreç yüzyıllarca devam eden mücadelelerin sonucunda tamamlanabildi. Önce kısmi ölçüde birtakım yetki paylaşımları, sonra bütünüyle iktidarın devri gerçekleşti. Özellikle ortaçağın sonlarında -merkezî devlet yapısının zayıf olduğu- Avrupa ülkelerinde burjuvazi sınıfının ortaya çıkıp giderek gücünü arttırmasının sonucu olarak gerçekleşen bu gelişme bilahare bütün dünyaya örnek teşkil etti.

Biz de birçok başka ülke gibi parlamenter demokrasi rejimini Avrupa’dan görüp aldık ama Osmanlı devletinde en azından belirli bir dönemden itibaren mutlakıyet rejimi zaten eski mutlak karakterini kaybetmişti.

Türkiye’de ne feodalite ne burjuvazi ne de proletarya mevcut olduğundan hanedanın iktidar ortağı sosyal bir sınıf değil sivil ve asker bürokrasi -ve belirli bir dönemde bir ölçüde ayan zümresi- oldu. Devletin kuruluş evresinde “eşitler arasında birinci” konumunda olmalarına karşın zamanla iktidar temerküzüne yönelen ve paydaşlarını tasfiye eden padişahlar ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik şartlar kötüleştikçe, yani devletin gücü azaldıkça yeniden iktidarlarını paylaşmak zorunda kalmışlardı.

Bilhassa “tahtı kendi bileğinin gücüyle elde etmiş padişahlar” devri sona erdikten sonra iktidarı daha sınırlı olan hükümdarlar devri başladı. Padişahların gücü iyiden iyiye azaldı, bürokrasinin gücü çoğaldı. Artık tahtta kimin oturacağı konusu ülkenin kaderi için fazla bir şey ifade etmez hale geldi.

Bu konuya devam edelim…

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (112)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.