Öbür cemaat ve tarikatların durumu

İbrahim Kiras

Hem siyaset sınıfında hem de toplumun genelinde gerçekten çok büyük bir travma oluşturan FETÖ felaketi dolayısıyla gündemdeki konu “öbür cemaat ve tarikatların durumu”… Bir kesim için Fetullahçıların yaptıklarını diğer cemaat ve tarikatların da yapmayacaklarının bir garantisi yok. Dolayısıyla bunların da sıkı denetim altına alınması gerekiyor. Öbür uçtaki görüş ise Fetullahçılığın gerçekte siyasi bir proje olduğunu, istihbarat örgütlenmesi olduğunu ve dolayısıyla dini cemaatlerle veya tarikatlarla aynı kefeye konmasının haksızlık olacağını savunuyor.

Bana sorarsanız her iki görüşün de eksikleri, yanlışları ve hatta tutarsızlıkları var kendi içlerinde. Bir defa Fetullahçılığın ülkemizdeki diğer dini cemaatlerden farkı ancak kısa zaman önce siyasi iktidarla çatışmaya girdiğinde görülebildi. Ondan önce, yani devlet kurumlarında sessiz sessiz örgütlendiği yıllar boyunca diğer dini cemaatlerin bu yapıya bir itirazı olmadı. Olamazdı da. Çünkü toplumdaki egemen din anlayışından farklı bir fikri savunuyor değillerdi Fetullahçılar. İşin bir tarafı bu…

Diğer yanda ise FETÖ’nün devlet kurumlarına sızıp özellikle emniyet, yargı, maliye gibi etkili yerlerde örgütlenme tecrübesi diğer bazı cemaatleri ve tarikatları da etkilememiştir diyemeyiz. Bu konuda -sadece 15 Temmuz’dan sonra değil- yıllardan beri işittiğimiz ve kısmen şahit olduğumuz bazı girişimler bunu gösteriyor.

Demek ki sütten ağzı yanmış bir toplum olarak yoğurdu üfleyerek yemek isteyişimizin haklı gerekçeleri var. Ancak yoğurdu üflemenin doğurabileceği sakıncaları da görmezden gelemeyiz. Öncelikle bütün vatandaşlara din ve vicdan hürriyetinin temini anlamındaki laik bir devlet düzeninde şu veya bu inanca veya dini gruba mensubiyet hiçbir alanda kısıtlanma gerekçesi olamaz. Tıpkı imtiyaz sebebi olamayacağı gibi… Ayrıca herhangi bir suç işlememiş kişi ve grupları potansiyel suçlu ilan etmek de kimsenin haddi olmamalı.

Yapılması gereken şey sivil kurumlarla resmi kurumlar arasında toplumun çoğunluğunun rıza göstereceği tarzda bir ilişki modeli oluşturmak ve bununla bağlantılı kuralları belirlemek olmalı.

***

Aslında temel mesele devletin devlet olma vasfından, tarikatların da tarikat olma vasfından uzaklaşması… İki kurum arasındaki ilişkilerin sağlıksızlaşması bu yüzden; yoksa kurumların asli vasıfları yüzünden değil. Öyleyse bir yanda devletin gerçek anlamda devlet olma vasfına uygun şekilde yapılanması ve o anlayışla yönetilmesi gerekiyor, diğer yanda ise tarikatların veya cemaatlerin kendi asli fonksiyonlarını icra etmeye bakmaları…

“Devletin gerçek anlamda devlet olma vasfı” dediğim şeyi sağlayan üç ayak var: Kurumların bağımsızlığı, kuralların egemenliği ve hukukun üstünlüğü, denetlenebilirlik. Bu üç ayak üstünde duran tarafsız idarenin olmaz olmazı da kamu hizmetinde liyakatin esas alınması, bunun dışındaki her türlü kişisel özelliğin görmezden gelinmesidir.

Tarikat ve cemaatlere gelince… Dini cemaat kavramı modern bir yapının ifadesi olduğu için bunun daha ziyade sosyolojik yönüyle değerlendirilmesi lazım. Buna belki başka bir yazıda değiniriz. Tarikatların “tarikat olma vasfından uzaklaşması” konusu benim şahsi görüşüm değil, tasavvuf çevrelerinde öteden beri dile getirilen bir husus. Tarihî süreçte gerçekleşen yozlaşmanın ifadesi. Hatta tekke ve zaviyeler kapatıldığında Nakşi-Halidi büyüklerinden Abdülhakîm Arvasî’nin “Tekkeleri devlet kapatmadı, tekkeler zaten kendi kendilerini kapatmıştı” diyerek bu hususa işaret ettiği rivayet edilir. Ancak benim bazı yazılarıma gelen itirazlara bakınca bugünkü tasavvuf erbabının aynı fikirde olmadığını, bugünkü tekkelerin fonksiyonlarının icrası konusunda hiçbir sorunun yaşanmadığını düşündüklerini görüyorum!

Oysa ne “devletin işleyişinde hiçbir sorun yok” diyerek ne de “cemaatime, tarikatıma laf söyletmem” tavrıyla bir yere varamayız. Problemlerin mevcudiyetini bile kabule yanaşmazsak çözümü nasıl bulacağız?

***

Bence bu konuda en anlamlı ilke önerisi Türkiye Günlüğü dergisinin değerli yayıncısı Mustafa Çalık’ın şu sözlerinde: “Devlet geleneğimizin ve millî şuurumuzun esası şudur: Devlete tâlipseniz servete de mârifete de tâlip olmayacaksınız… Eğer servete talip olacaksanız, ne devlete talip olacaksınız ne de mârifete… Mârifete mi tâlipsiniz, o zaman ne devlete talip olacaksınız ne de servete.”

Hem devleti hem serveti hem de mârifeti bir arada istemekten vazgeçmeye dayalı bir toplumsal sözleşmenin altına imza atmaya hepimiz razı olabilirsek ve siyasetçisiyle, işadamıyla, maneviyat talipleriyle toplumun bütün kesimlerinin bu uzlaşmaya yazılı olmayan bir anayasa olarak bağlı kalmasını sağlayabilirsek mesele hal yoluna koyulabilir.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (11)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.