İlk önce, 11. yüzyılda Malazgirt sonrası Selçuklu fütuhatıyla, sonra 13. yüzyılda Moğol akınları sonucunda başlayan ikinci büyük göç dalgasıyla Anadolu’ya gelip yerleşen Türkmen nüfusun Maveraünnehir bölgesindeki dini-kültürel anlayışı da beraberlerinde getirdikleri düşünülmeli. Adı geçen bölgede Hanefi-Maturidi İslam yorumunun hakimiyeti bilinen bir husus olduğuna göre Anadolu’daki dinî zihniyetin de aynı karakterde olması gerektiği varsayılmak durumunda.
Ancak Selçuklu coğrafyasının 11. yüzyılı ile 13 yüzyılı arasında -halk kitlelerinin din anlayışı ve yaşayış tarzı pek az değişmekle beraber- yönetim katındaki din siyasetinin mahiyetinde ve dinî kurumların kimliğinde önemli farklılıklar görülebiliyor.
Selçuklu devletinin ortaya çıktığı dönemde İslam dünyasında özellikle itikadî konularda fikir ayrılıkları ve buna bağlı gruplaşmalar had safhaya ulaşmıştı. İsnaaşeriyye, Zeydiyye, İsmailiyye gibi Şii fırkaları, Hariciler, Mutezile, Mürcie, ehl-i Rey, ehl-i Hadis, Müşebbihe, Cebriyye vs. vs…
Bu gruplar arasındaki fikir tartışmaları çoğu zaman çığırından çıkıp fiziki mücadelelere dönüşüyor, siyasi otoritenin de büyük ölçüde parçalanmış bulunduğu bir esnada toplumsal kargaşa her tarafta kol geziyordu. Diğer yanda ise Mısır’da hüküm süren Fatımiler başta olmak üzere irili ufaklı Şii devletleri “mezhep” mensubiyetine dayanan bir siyaset avantajına sahip görünüyorlardı.
***
Mikail Bayram Hoca -İbn Tağrıberdi’ye referansla- Tuğrul Bey’in Hanefi-Mutezilî olduğunu söylüyor ve Eş’ari’nin minberlerden lanetlenmesi emrini bizzat verdiğini bildiriyor. Diğer kaynaklarda Selçuklu devletinin kurucusunun Mutezilî olduğu bilgisine rastlanmıyor; Hanefi-Maturidi mezhebine mensup olarak zikrediliyor. Bu kaynaklarda Eş’arilere karşı birkaç yıl boyunca sürdürülen baskı ve sindirme politikasının mimarı ve sorumlusu olarak ise “kudretli vezir” Kündüri’nin adı geçiyor.
Tuğrul Bey’in hangi itikadî mezhebi benimsediği konusunda kesin bir yargı belirtmek kolay değil ama ülkesindeki camilerde ülkesindeki en geniş gruplardan ikisini teşkil eden Rafızilerin ve Eş’arilerin önderlerinin lanetlenmesi gibi bir uygulamaya “veziri tarafından kandırıldığı için” izin verdiğini söylemek pek mantıklı olmasa gerek.
Selçukluların başlangıçta Şiileri olduğu kadar Eşarileri de bir “siyasi tehdit algısı” çerçevesinde değerlendirdiklerini düşünmek daha mantıklı. Bu politikanın anlamını ve gerekçelerini anlayabilmek için Eşariliğin ülkedeki hangi kesimin “kimliği” olduğuna ve ülke içindeki iktidar mücadelesinin taraflarının kimler olduğuna bakmak lazım galiba.
***
Yıllar önce “Selçuklular İran’da bir Türk devleti kurmuş değildir, kadim İran devletini yöneten hanedanlardan biridir” diye yazmış ve epeyce tepki almıştım. O tezimi yeniden gündeme getirip savunmak niyetinde değilim, ancak askeri güçle bu ülkeye hâkim olan Selçuk ailesinin devlet bürokrasisine hakimiyetinin ise sınırlı kalmasının, üzerinde konuştuğumuz problem açısından önemi var.
Selçuklular siyasi egemenliklerini güçlendirmek ve sürdürmek için ülke içinde müttefiklere ihtiyaç duyuyorlardı. Ülkedeki belli başlı güç odakları göçebe Türkmen aşiretleri, şehirlerin ahalisi ve bürokrasiydi. Bunlar arasında göçebe Türkmenler yönetilmesi en zor kesimdi. En başta bürokratik devlet nosyonuyla zihin olarak uzlaşamadıklarından yönetim açısından sürekli problem oluşturma potansiyeli taşıyorlardı. Ancak hem askeri güçleri itibarıyla hem de ülkeyi yöneten kesimle aynı kültürel motiflere sahip olmaları hasebiyle ittifak içinde olunması arzu edilen veya hiç olmazsa iyi geçinilmesi gereken bir kesimdi bu.
Belki bir kısmı İslam dairesine henüz adım atmamış olmakla beraber büyük bölümü yeni Müslüman olmuş bulunan bu topluluklarda İslam inancına dair teorik tartışmaların fazlaca karşılığının olduğunu düşünmek doğru olmayabilir. Ancak ait oldukları kültürel coğrafya itibarıyla bunların büyük çoğunluğunun Hanefi-Maturidi “kimliğini” benimsemiş oldukları anlaşılıyor. Bu durum aynı kimliğe sahip olan Selçuklu hanedanı açısından memnun edici olmalıdır. Ne var ki Batınî esaslı olması bakımından bu insanlara eski dinlerini de hatırlatan güçlü İsmailî propagandanın da etkilerinin görülmeye başlanmasının aynı derecede kaygı verici olduğu düşünülmeli.
Diğer yandan, büyük bölümü Selçuk idaresi altındaki İran coğrafyasında yer alan ve sayıları neredeyse yüzü bulan farklı din anlayışlarına dayanan farklı dini gruplar arasındaki çekişme ve çatışmalar devleti rahatsız ediyor olmalıydı. Hem asayiş bakımından hem de devlet otoritesi karşısındaki standart olmayan tutumları bakımından.
Ancak kentlerde yaşayan nüfusun büyük bölümünün amelde Şafiî, itikatta Eş’ari mezhebine mensup oldukları biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki Selçuklular ilk başta ülkedeki ticareti ve ekonomiyi kontrol eden, aynı zamanda bürokrasiye de hâkim olan -ve çoğunlukla Farsça konuşan- bu şehir ahalisini denetim altına almak için çaba göstermek zorunda kaldılar. Dolayısıyla “Selçuklu ‘Mihne’si” diyebileceğimiz uygulamanın siyasi gerekçelerini bu noktada aramak makul görünüyor bana.
Ne var ki bu politikanın ters teptiğini ve camilerde lanet okunan Eşariliğin bundan çok kısa bir süre sonra devletin resmi mezhebi haline geldiğini görüyoruz. Tuğrul Bey’in kudretli veziri “Hanefi-Mutezilî” Kündüri, Sultan Alparslan devrinde hem makamını hem de canını kaybetmiş, yerine gelen “Şafii-Eşari” Nizamülmülk kısa süre içinde Eş’ariliği ülkeye hâkim hale getirmiş, Fatımîlerin Ezher’ine rakip olarak kurduğu Nizamiye Medreseleri vasıtasıyla da orta ve uzun vadede neredeyse bütün İslam alemindeki entelektüel iktidarı Eşari din yorumuna kazandırmıştır.
***
Adı geçen her iki vezirin de Türk tarihinde benzeri olmayan derecede “kudret sahibi” oluşlarına özellikle dikkat etmek gerekir. Mezhepleri farklı bile olsa her ikisi de Fars kökenli olan bu vezirlerin yönetimdeki etkinlikleri esas itibarıyla Orta Asya kökenli bir askeri gücün yerel dinamiklerle ve hususen İran devlet bürokrasisi ile işbirliği ihtiyaçlarının neticesi olmalıdır.
Nizamülmülk ünlü “Siyasetname”sinde bir vezirin sahip olması gereken özellikleri sayarken “Şafii veya Hanefi mezhebinden olma” şartını zikreder ki bu herhalde hanedanın dini kimliğinden ötürü gerekli görülmüş bir rüşvet-i kelam sayılmalıdır. Çünkü kudretli vezir ülkedeki birçok şehirde açtırdığı Nizamiye medreselerine hoca olarak Şafi-Eşari alimlerini tayin etmiş; bu devirde Hanefi-Maturidilerin yüzüne pek bakılmamıştır. Ancak kudretli vezirin bu icraatının Sultan Alparslan’ın ve sonra Melikşah’ın bilgisi veya onayı olmaksızın gerçekleşmiş olacağını düşünemeyiz. Her ne kadar bir “iç ittifak” ihtiyacı dolayısıyla sultanlar iktidarlarını bürokrasiyle paylaşma zaruretini idrak etmiş olsalar da devletin kimliğine ilişkin bir konuda bürokrasi tarafından sarayın rızası hilafına bir siyaset belirlenip uygulanması olacak iş değil.
Anlaşılan o ki o günlerde hem ülkede hem de İslam dünyasının genelinde siyasi bir güç olarak yükselmekte olan Şii-Batıni tehdidine karşı benimsenmiş olan bir politika söz konusudur. Aynı zamanda inanç alanındaki “dağınıklığın” toparlanıp yönetilebilir standart bir din anlayışının oluşturulması ihtiyacının doğurduğu bu politika çerçevesinde Selçuklular -daha önce birbirlerini lanetleyecek derecede düşman olan- Eşari ve Maturidi mezheplerini bir araya getirerek “merkezden toplumu domine edecek” bir Sünni blok oluşturmaya girişmişlerdi. Ama bu “Sünni blok” da zihniyet itibarıyla Eşarilik tarafından domine edildi. Hanefi-Maturidilik daha ziyade nominal bir kimlik olarak varlığını sürdürebildi… Devam edeceğiz…