Seçim yarışında en son düzlüğe girilirken iktidar kanadından tuhaf sesler işitilmeye başlandı. Seçim yarışını demokratik bir siyasi rekabet olarak değil, hak ile batılın savaşı olarak tanımlayanların sesi yükseldi.
Mesela “Ecevit yaşasaydı Erdoğan’ı desteklerdi” gerekçesini ileri sürerek Cumhur İttifakı içinde yer alan DSP Genel Başkanı, “14 Mayıs’ta vatanımızı küffara teslim etmeyeceğiz” dedi.
AK Parti Genel Başkan Vekili Binali Yıldırım, “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir” diye konuştu.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, milletvekili adayı olarak Kayseri’de yaptığı bir konuşma sırasında “Vur de vuralım, öl de ölelim” sloganları atan guruba dönerek “Bekleyin, onun da zamanı gelecek” ifadelerini kullandı.
Daha önce de muhalefeti “Cudi’ye, Gabar’a gömmekten” bahseden İçişleri Bakanı Soylu ise eli iyice yükselterek bu sefer doğrudan milli iadeyi hedef aldı; “14 Mayıs siyasi darbe girişimidir” şeklinde bir açıklama yaptı.
Akar dışında, bu tuhaf lafların sahipleri tepkilere rağmen geri adım atmadılar; sözlerinin arkasında durduklarını beyan ettiler.
Elbette haklı olarak kızıyoruz, tepki gösteriyoruz bu açıklamaların ifade ettiği siyaset yaklaşımına. Ne var ki mevzubahis kişilerin böyle bir yöne hangi amaçla saptıklarını bilmek bunlara kızmaktan daha fazla fayda sağlayacaktır bize.
Neden böyle konuşuyorlar? Akla gelen ilk ihtimal, “Ne dediklerini bilmiyor olabilirler…” Ancak bu pek geçerli bir ihtimal gibi görünmüyor. Çünkü adı geçenler arasında ne dediğini bilebilecek durumda olanlar da var. Bu kadar çok kişinin aynı anda akıl aleminin dışına savurulmuş olması düşünülemez.
İkinci ihtimal, karşı tarafı düşmanlaştırarak kendi tabanlarını konsolide etmeyi ve bu şekilde oy almayı tek seçenek olarak gördükleri için bu uygunsuz dili kullanmaya yönelmiş olmaları. Bu zaten epey bir zamandır uygulanmaya çalışılan stratejik yaklaşım. İktidar cephesi ülke yönetimiyle ilgili başarılarına referansla veya mevcut sorunların çözümüne yönelik ikna edici vaatlerle halkın karşısına çıkamadığı için, toplumdaki kültürel değerleri ve ideolojik angajmanları birbiriyle çatıştırarak kötü yönetimden şikayetçi seçmeninin başka taraflara gitmesine engel olmaya çalışıyor.
Bu yaklaşımın belli ölçülerde başarı elde ettiğini, ülkedeki büyük yıkıma rağmen iktidar partisi tabanının ciddi bölümünün dağılmadan yerinde durduğunu görüyoruz. Ancak giden kısmın götürdükleri kalan kısmın desteğini de yetersiz kılıyor artık. Ekonomik krizin iyice kendini göstermeye henüz başlamadığı, deprem felaketinin öncesiyle ve sonrasıyla kötü yönetimin en acı ve en ağır delili olarak milletin canını yakmadığı bir sırada, 2019’da yapılan yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere en önemli merkezlerde seçimi kaybetmiş olan bir Cumhur İttifakından söz ediyoruz. Aradan geçen dört yılın olumlu yönde gelişmelerle hatırlanmadığı, aksine yaşanan sıkıntıların boyutunun giderek katlanarak büyüdüğü düşünülecek olursa iktidar cephesindeki kan kaybının az ya da çok hiç durmadan devam etmesi gayet anlaşılabilir bir durum. Anketlerde de bunu görüyoruz nitekim.
Herkesin gördüğünü şüphesiz iktidar sahipleri de görüyorlar. Bu duruma ilişkin farklı senaryoların kafalarda dolaştığı varsayılabilir. Dolayısıyla seçim sürecini demokratik bir rekabet olarak değil de düşman güçler arasındaki bir savaş olarak gösterme yaklaşımı sandık yenilgisinin artık muhakkak görüldüğü anlamına da gelebilir mi?
“Küffara karşı mücadele”, “işgalcilerle mücadele”, “sandık darbesi” gibi -daha önce hiçbir seçimde görmediğimiz- tuhaf ifadeler üreten savaş dilinin tercih edilmesindeki amaçla ilgili üçüncü bir ihtimal daha var ki bu da kamuoyunda açıkça konuşulduğu için istemesek de telaffuz etmek zorundayız: Seçimi kazanma yönünde bir ümitleri kalmadığı için kendi taraftarlarına ve belki bilmediğimiz başka birtakım güçlere “Hazır olun, sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın iktidarı bırakmayacağız” mesajı veriyorlar.
Bu ihtimalin de söz konusu olamayacağı, halkın oyuyla iş başına gelmiş bir siyasi kadronun milli iradeye karşı durmasının düşünülemeyeceği tartışılamaz bir gerçek. Peki, o zaman niye böyle konuşuyorlar? Niye asla konuşulmaması gereken bir konuyu seçim sürecinde gündeme getiriyorlar? Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenerek, “Bazı çevreler sizin hastalığınızı da bahane ederek bir boşluğu doldurmak adına milli iradeye müdahale etme çabası içinde olabilir. Bu sizin siyasi kariyeriniz itibariyle de en kritik andır” demişti. Belki burası bir ipucu olabilir, bilmiyorum.
Mamafih, bahse konu retoriğin dış güçler ve ABD bölümü de bu ihtimalin tartışılmasına izin vermeyecek ölçüde farklı noktalara uzanıyor zaten.
“Ben ömrümde bir tek güvenlik makalesi okumamış biriyim” açıklamasıyla hatırlanan İçişleri Bakanı, her ne kadar Millet İttifakı’nın arkasında Amerika’nın olduğunu, muhalefetin ABD taşeronu olarak ülkeyi bölmek ve devleti yıkmak için Erdoğan’ın karşısına çıktığını iddia ediyor olsa da seçim tarihinin açıklanmasının ardından yaklaşık üç ay boyunca Washington ve New York’ta kapı kapı gezip görüşme trafiği yürütenler Altılı Masa’dakiler değildi, hatta hükümet görevlileri de değildi, AK Parti heyetiydi.
Haddizatında AK Parti’yi Washington ile karşı karşıya imiş gibi göstermek gerçek dışı bir iddia.
Seçime on gün kala Amerikan kamuoyunun en duyarlı olduğu konuda kritik bir adım atarak, ABD destekli PYD’nin başının belası olan IŞİD’in liderini “etkisiz hale getirdiğini” açıklayan hükümeti Amerikan karşıtı gibi göstermek bu hükümete de haksızlık olur!