Zaman zaman aydınlarımız arasında tartışma konusu olan bir mesele bu. Bir yanda dilimizin veya kültürümüzün -yani dünyayı anlama ve anlamlandırma tarzımızın ve araçlarımızın- felsefe yapmaya müsait olmadığını düşünenler var. Diğer yanda ise aslında bizim kendimize özgü bir felsefe dünyamızın mevcut olduğunu, mesela şiir ve tasavvufi dünya görüşü zemininde üretilmiş felsefi açıklama modellerine sahip olduğumuzu ileri sürenler. İşte bu iki grup arasında süregelen tartışmadan bahsediyorum.
Bana soracak olursanız, tarihte ve bugünkü dünyada hemen hemen müşterek ve standart sayılabilecek bir tanımı olan “felsefe”, genel anlamda Türk kültür çevresi içinde veya Türkçede örneklerini gördüğümüz kültürel üretim çeşitlerinden biri sayılmaz. Çok değerli felsefecilerimiz var tabii. Bize filozofça düşünmenin inceliklerini, felsefenin ne işe yaradığını öğreten hocalarımıza haksızlık etmeyelim. Gelgelelim kendine ait bir felsefi sistem kurmuş yani insanlığın binlerce yıldır üzerinde kafa yorduğu hususlara ilişkin bir açıklama modeli üretmiş veya birtakım eski veya yeni felsefi problemlere ilişkin özgün bir çözüm önerisi getirmiş filozofumuz yok bildiğim kadarıyla. En azından çok uzunca bir süredir yok.
Peki neden yok? Bence ihtiyaç duyulmadığından. Meselenin bam teli burası. Felsefe tıpkı bilim gibi problem çözme yolu. Problem algımızın harekete geçirdiği bir zihinsel refleks var temelinde. Yani çözülmesi gereken entelektüel bir problemle karşılaştığımızda yardıma çağırdığımız bir araç.
Peki, neden ihtiyaç duymuyoruz felsefeye? Çözümünü aradığımız problemlerimiz mi yok? Benim bu soruya cevabım hem evet hem hayır şeklinde. Felsefeye değil felsefe yapmaya ihtiyaç duymuyoruz. Felsefeyi hazır alıyoruz. Bir çeşit pragmatizm. Tarih boyunca da farklı kültürlerle alışverişimiz çoğunlukla kendimizin dışındaki bir kültürel çevrede üretilmiş olan “hazır” bir açıklama modelini olduğu gibi benimseme şeklinde gerçekleşmiştir. (İslami devirdeki üretkenliğimiz de çok kısa sürmüş.) Modern zamanlardaki Batılılaşma serüvenimizin karakteri de farklı değil. Felsefede de bunu yapıyoruz ama taşıma suyla özgün bir felsefe olmuyor.
Belki de şöyle söylemek lazım: Felsefecimiz var, filozofumuz yok. “Felsefeci” ve “filozof” ayrımı bildiğim kadarıyla Türkçeye özgü. Batı dillerinde felsefeyle uğraşanları bu şekilde iki farklı kategoride konumlandırma tutumu görülmüyor. Bizim dilimiz (yani anlayışımız) nasıl ki amca ile dayıyı, teyze ile halayı ayırıyorsa, felsefe yapanla felsefe öğreteni de ayırıyor. Demek ki bizim felsefeyle ilişkimizin özgün doğasının ürettiği bir problem sözkonusu burada. İhtiyaç kavramını da bu çerçevede yorumlamak durumundayız.
***
Ne var ki meselenin izahına bu da yeterli değil… Daha doğrusu, hazırcılığımızın sebebini de bulmak zorundayız. Çünkü bu da nihayetinde kültürel bir problem. Genetik değil. İşin aslı şu ki bir toplumun entelektüel verimliliği içinde yer aldığı kültürel çevrenin veya mensubu olduğu medeniyetin dinamizmine bağlıdır. Medeniyetlerin de her fani varlık gibi ömürlerinin vadesi var. Bir medeniyet kendi kaynaklarını tüketip artık enerjisini ve üretkenliğini kaybettiğinde doğal olarak entelektüel kabiliyetlerini ve sorun çözme imkanlarını de kaybetmiş demektir.
Bu çerçevede 12-13. asırlar civarında yaşanan bir “kırılma anı” sözkonusu… Aşağı yukarı yedi sekiz asır boyunca büyük Akdeniz havzasının dominant uygarlığının temsilcileri olan Müslüman toplulukların -dışarıdan Moğol ve Haçlı seferleri, içeriden ise kendi uygarlık içi sorunlarının etkisiyle- son zamanlarda siyasi, askeri ve iktisadi güçleri bir çözülüş içine girmişken aynı esnada Akdeniz’in batı ucunda ise asırlardır ölü gibi sessiz, kımıltısız ve iddiasız bir şekilde sonradan Orta Çağ adı verilecek tarih dilimini yaşamakta olan Batı Avrupa Hıristiyanları bir silkiniş içine giriyorlardı. Sonraki süreci biliyoruz… Avrupa’nın batısından başlamak üzere önce ticaretin canlanması, sonra burjuva sınıfının ve kapitalist sosyoekonomi modelinin oluşması, kilisenin tasfiyesi, rasyonel-bilimsel zihniyetin egemen hale gelişi ve bilimsel gelişmeler, sanayi inkılabı vs…
***
Özel olarak felsefe bağlamında bu sürece bakarsak, öncelikle ortaçağdaki Avrupa felsefesinin çok özgün bir karakter taşıdığını söyleyemeyiz. 5. asrın bilgesi Augustinus’dan sonra özgün yaklaşımları olan yeni bir filozof neslinin gelmesi için 13. asra kadar beklemek gerekecektir. Aslına bakarsanız, bu devirde bile özgünlük Avrupa Hristiyan felsefesinin belirgin bir özelliği sayılmazdı. Ancak felsefe eskisine göre daha fazla ciddiye alınmaya veya önemsenmeye başlamış, çünkü özellikle ticaretteki canlanma ve Haçlı seferleri dolayısıyla İslam dünyasıyla daha yakından ilişkiler kurulmuş ve Hristiyan dogmalarının akla uygunluğunu gösterme ihtiyacına cevap verecek araç olarak felsefeye rağbet artmıştı.
Avrupa artık yavaş yavaş değişmeye başlamış olan dünyaya (kendi dünyasına) ayak uydurma peşindeydi. İlk başlarda eski Helenistik ekollerin ve bilhassa Aristoteles’in yöntemlerini izleyip fikirlerini yeniden yorumlayarak o günün entelektüel problemlerine çözüm öneren başta İbn Rüşd olmak üzere Müslüman filozofların eserleri yol gösterici olarak kabul görüyordu. Bilahare yeni sorular yeni cevapları gerekli hale getirince özgün filozoflar ve düşünce ekolleri bir bir ortaya çıkmaya başladı. Günümüzde bile devam eden bir akış bu.
***
Buna mukabil, bir yanda Haçlı Seferleri’nin diğer yanda Moğol istilasının yıkıcı etkilerine maruz kalan İslam dünyasında ekonomik ve sosyal düzende yaşanan sarsılma sonrasında başlayan içe kapanmaya birlikte giderek rasyonel/bilimsel zihniyetten uzaklaşma yönünde bir eğilim yaygınlık kazandı. Netice itibarıyla bugün bizim bir felsefemiz yok. Ancak özel olarak baştaki soru çerçevesinde Türk kültürünün veya İslam dünya görüşünün felsefi düşünmeye yatkın olmadığı iddiasının da hiçbir dayanağı yok. İslam toplumlarında felsefe çalışmalarının ilk olarak Yunan felsefesinden hareketle ve adaptasyon/çeviri yoluyla başladığı doğru ama giderek özgün karakterli ve sistemli bir felsefe geleneğinin oluştuğu da doğru.
Mesela, düşünce tarihinin kadim problemlerine yönelik “sistemli” çözüm önerileri bilhassa -yukarıda zikrettiğimiz üzere- Ortaçağ Avrupa felsefesi üzerinde derin etkiler uyandırmış olan İbn Rüşd hiç şüphesiz İslami dünya görüşünün şekillendirdiği bir kültür ortamında eser vermiştir. Farabi ve İbn Sina için de aynı durum geçerli. (Meşşai, yani Aristocu gelenek haricinde özellikle Şii İslam anlayışının hâkim olduğu çevrelerde ve tasavvuf ekolleri arasında geliştiğini gördüğümüz Yeni Eflatuncu öğretilerden etkilenmiş olan İşraki gelenek de son tahlilde İslam kültür ortamının ürettiği felsefe yollarından biri.) Burada üzerinde durulması gereken problem bu geleneğin neden devam etmemiş/ettirilmemiş olduğu konusudur.