CUMARTESİ YAZILARI
Atatürk'e izafe edilen “Hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir” sözünün anlamını kavrayabilmek için bu isimlerin Mustafa Kemal’in nesli için ne ifade ettiğini bilmek gerekir. Çünkü, mesela, Namık Kemal isminin bugünkü nesiller için ifade ettiği anlamla 1908 Devrimini gerçekleştiren, Milli Mücadeleyi yapan ve nihayet Cumhuriyeti kuran nesiller için taşıdığı anlam aynı değildi.
Biz -tanıyabildiğimiz kadarıyla- ancak coşkulu bir “vatan şairi” olarak, istibdada karşı hürriyet davasının bir sözcüsü olarak, modernleşme hareketinin destekçisi olarak tanıyoruz ve saygı duyuyoruz. Oysa Namık Kemal, yaşadığı dönemdeki etkisi bir yana, bilhassa ölümünün ardından hemen her meşrepten asker/sivil bütün aydınların, düşünürlerin, sanatçıların, bilginlerin vs. gözünde adeta yarı tanrısal bir statü kazanmıştı.
Namık Kemal’in savunduğu ittihad-ı İslam fikrine “Osmanlıcılık” adına şiddetle itiraz edecek olan Süleyman Nazif bile, kendi nesli adına “Bizi yaratan Allah, yetiştiren de Namık Kemâl’dir” der. “Bugün kullandığımız bütün mefhumlar Şinasi ile onundur ve bilhassa onundur” der Tanpınar da.
Gerçekten de “Vatan ve hürriyet şairi” vatan kavramını ilk defa bugünkü anlamda kullanan, hürriyet kavramını ise icat eden, “ittihad-ı İslâm” terimini literatüre kazandıran kişidir.
Keza istiklal, millet, milliyet kelimelerini de modern kavramlar olarak dilimize o yerleştirmiştir. Şura, meşveret gibi dini terimleri siyasi terimlere dönüştüren, parlamento karşılığı olarak şura-i ümmet tamlamasını kullanan, ehl-i hal ve’l-akd, biat gibi kavramları da modern siyaset paradigması içinde yeniden anlamlandıran odur.
Başta Ziya Paşa ve Ali Suavi olmak üzere Yeni Osmanlılar hareketine mensup arkadaşlarıyla birlikte meşrutiyet yönetiminin kurulması yolunda mücadele eden, milletin ve devletin bekası için anayasal yönetimin tek çare olduğunu ileri süren, devlet idaresinde kuvvetler ayrılığı prensibini savunan Namık Kemal öncelikle toplumsal modernleşmeden yanadır. Ancak bunun İslami değerlere dayalı olarak gerçekleştirilmesini isterler. Hürriyet idealini, halk egemenliği ve demokratik yönetim sistemini “Asr-ı Saadet”teki örnek uygulamalara dayandırır.
19. asır Osmanlı aydınlarını Batıcı, İslamcı, Türkçü olmak üzere üç kola ayıran tasniflerde Namık Kemal nedense Batıcı akımın mensupları arasında sayılıyor. Oysa tam aksine Tanzimat batıcılığına tepkinin öncülerindendir.
Avrupa’daki siyasi kurumların benzerlerini Türkiye’de tesis etmek gerektiğini savunduğundan dolayı Batıcı kategorisine yerleştirildiği düşünülebilecek vatan şairi kendinden sonraki nesildeki hem İslamcı hem de milliyetçi eğilimlere ilham veren, rehberlik eden fikir adamıdır.
Modern dönemde ayakta kalabilmek için mutlaka yeni bir toplum modeli tesis etmek ve yeni bir yönetim anlayışı geliştirmek gerektiği hususunda Osmanlı aydınlarının tamamı hem fikirdir. Ancak Namık Kemal ve arkadaşları bunu İslam’ın temel kaynaklarından çıkarma iddiasıyla diğerlerinden ayrılırlar. Bu bakımdan, bilhassa II. Meşrutiyet devrinde etkinlik kazanacak bir fikir ekolü olan ‘İslamcılık’ın öncüsü bu kadrodur.
Hasılı kelam: Ülkemizde modern düşüncenin, modern siyaset felsefesinin, modern edebiyat anlayışının olduğu kadar İslam modernizminin ve modern milliyetçiliğin de kurucu babası Namık Kemal’dir. Dolayısıyla Atatürk’ün ondan “hislerimin babası” diye söz etmesi anlaşılır bir durum. Yalnızca Atatürk değil, o neslin tamamı Namık Kemal’i hislerinin, heyecanlarının babası olarak görüyorlardı.
Gelgelelim 33 yıllık Sultan Hamid rejimi boyunca unutturulmaya çalışılan, II. Meşrutiyetten sonra yeniden göklere çıkarılan vatan ve hürriyet şairi Cumhuriyet sonrasında bir kere daha nisyana terk edilecektir.
Beşir Ayvazoğlu’nun yeni kitabı bu olayı, yani Namık Kemal’in 1920’li ve 30’lu yıllarda (Atatürk devrinde) resmi literatürde gözlenen keskin bir değişim sonucunda oturduğu semavi tahttan indirilişinin hikayesini anlatıyor.
Beşir Ayvazoğlu
Olayların gelişimi 1930 temmuzunda başlıyor. Yeni başkent Ankara’da yaptırılan Türk Ocağı merkez binasının inşaatını denetlemeye gelen Gazi burada bir detaya takılıyor. Ama bu hikayeyi anlatmayacağım. Anlatırsam filmin sonunu söylemiş gibi olurum. Onun için bundan iki yıl sonrasına gidelim:
1932’de düzenlenen Birinci Türk Dili Kurultayının konuşmacıları arasında diğer katılımcıların hiç tanımadıkları biri de vardı. Eski bir istihbaratçı olan, irtikâp ettiği yolsuzluk sebebiyle Hariciyedeki görevine son verilen Ruşeni Bey o dönemde (1918) Enver Paşa’nın gözüne girip kendisini affettirmek için “pantürkist ve panislamist” tezleri savunan bir kitap yazmış ama yüzüne bakılmamıştır. Cumhuriyet devrinde şansını yeniden denemek isteyen Ruşeni bu kez o günkü (1926) havaya uygun olarak yazdığı “Din Yok Milliyet Var” kitabını Atatürk’e takdim eder. İşte bu kitabın hatırına Dil Kurultayına çağrılmıştır.
Burada yaptığı konuşmada “Türk’e ahiret koklattıkları” için geçmiş edebiyat erbabına toptan hücum eder; özellikle Namık Kemal hakkında ağır sözler söyler. Salon buz keser. Mamafih devrin havası sebebiyle kimse ses çıkaramaz. Yalnızca Muhiddin Baha Pars söz istemeye cesaret eder ve “Beyefendinin tenkit ettiği isimlerin şanssızlığı bizim gibi dünyanın en büyük siması olan Gazi’nin devrinde yaşamamış olmalarıdır” şeklinde oldukça “diplomatik” bir cevap verir Ruşeni’ye. Buna rağmen, o gün salonda coşkun alkışlara yol açan bu sözlerin ardından Muhiddin Baha Bey’in Ziraat Bankasındaki görevine son verilecektir.
Namık Kemal’e yönelik organize saldırıları “Birkaç dalkavuk asalağın ‘Türk tarihinde tek büyük Kemal’ imajı yaratmak için” başlattığını iddia eden Fethi Tevetoğlu’na göre Hasan Âli (Yücel) bu amaçla Sadettin Nüzhet’i vatan şairini küçük düşüren bir biyografi yazmaya teşvik etmişti. Sözü edilen biyografi yazarı, Hallaç Baba Sâdî Dergâhı'nın son şeyhidir, bu arada.
Matbuat Umum Müdürlüğünün 1935’te yasakladığı tiyatro eserlerinden ikisi Namık Kemal’e aitti: Vatan Yahut Silistre ve Kara Bela.
Kemalistlerin ardından Namık Kemal’e yönelik ikinci hücum seferini Marksistler düzenlemiştir. Meşhur “Putları Yıkıyoruz” kampanyasını Namık Kemal ile başlatmak isteyen Nazım Hikmet, doğabilecek tepkinin büyüklüğünden çekindiği için olsa gerek, o dönemde bundan vaz geçmiş, ancak siyasi havanın müsait olduğu bir zamanda vatan şairine “takma yeleli aslan” diye hücum eder.
Peyami Safa ve Nihal Atsız başta olmak üzere milliyetçi kalemler bu hücuma cevap vermek üzere ortaya atılırlar. Ardından ateşli salon toplantılarına ve üniversitelerde öğrenci gösterilerine sıra gelir. Türkiye’deki sağ sol kavgasının şablonu belirmiştir.
Çatışmanın Namık Kemal figürü üzerinden geliştiği bu dönemde Kemal Tahir, “palazlanmak isteyen yerli burjuvazinin” davulunu çalmakla suçladığı ve “ümmetçi, şeriatçı, padişahçı” diye tarif ettiği şair hakkında zamanın edebiyatçıları arasında bir anket düzenlemiş ve bu vesileyle Falih Rıfkı, Nazım Hikmet, Va-Nu, Kerim Sadi, Suat Derviş, Sadettin Nüzhet gibi isimler vatan şairine verip veriştirmişlerdi.
Hüseyin Cahit ve Ercüment Ekrem devrin havasına ve Kemal Tahir’in kışkırtıcı sorularına rağmen üstadlarına toz kondurmazken, Üsküdar Hallaç Baba Sâdî Dergâhı'nın son şeyhi Sadettin Nüzhet ise Namık Kemal hakkında “söz ebesi” diyor ve şunları söylüyordu: “O Müslümandı, biz bugün laikiz; o kralcı idi, bugün cumhuriyetçiyiz. O ümmetçi idi, biz Türk’üz.”
(Kitapta söz edilmiyor ama hava yeniden değiştikten sonra, 1941’de Namık Kemal'in şiirlerini, ilk defa toplayıp neşreden kişi de yine -zamanın ruhuna uyum sağlama yeteneğine sahip olduğu anlaşılan- Sadettin Nüzhet Ergun olacaktır.)
Namık Kemal hakkındaki hava 1938’den itibaren tekrar değişir. Atatürk’ün vefatının ardından devlet başkanı olan İsmet Paşa, vaktiyle siyasi sebeplerle dışlanmış hatta çoğu yurt dışına kaçmak zorunda kalmış olan Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Halide Edip ve Adnan Adıvar gibi eski silah arkadaşlarının itibarını iade ederek bu kişileri yönetim kadrosuna katmıştır. Milli Mücadelenin öncü kadrosunun yanısıra bu dönemde itibarı iade edilenler arasında Namık Kemal ile Ziya Gökalp’ın -ve kısmen Mehmet Akif’in- hatıraları da vardır.
Beşir Ayvazoğlu’nun büyük bir birikimin, yoğun bir emeğin ve entelektüel cesaretin mahsulü olan yeni kitabında Namık Kemal ile ilgili resmî iade-i itibar kampanyası safha safha anlatılıyor.
Muhakkak ki diğer isimlerin Ayvazoğlu’nun tabiriyle “kanona geri kabulleri” hakkında da böylesi çalışmalara ihtiyaç var. Çünkü, mesela, Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Gökalp’ın 1924’ten 1939’a kadar hiçbir eserinin yeni baskısının yapılmamış olması dikkate alınmadan bu dönemin ideolojik karakterini kavramak mümkün olmayacaktır.
Son not: 1930’larda yaşanan Namık Kemal’in ismini çizme girişimini Beşir Ayvazoğlu üstadımız “kanondan çıkarılma” diye tanımlıyor. Okuyucuya ipucu olmak üzere, “Pantheon nüfusunu azaltma çabası” diye de tarif edilebilir bu olay.