Cumhuriyet Türkiye’sinde “İslamcılık” dendiğinde anlaşılan anti-modernist toplumsal reaksiyon ve bilahare “dini kuralların geçerli olduğu bir toplum düzeni taraftarlığı” olarak tezahür eden anlayıştır demiştik...
Ancak, yanlış anlaşılma olmasın, söz konusu toplum düzeninin taraftarları yalnızca “sokaktaki adam” -veya konumuza daha uygun ifadeyle “camideki adam”- değildir. Aynı zamanda yine aydınlardır veya okuryazar zümre içindeki dindar kişilerdir. Daha doğrusu, 1950’lerden sonra teşekkül edecek yeni bir aydın zümresi. Çoğunlukla da taşra kasaba ve şehirlerinde yetişip büyükşehirlere yüksek tahsil için gelmiş olan ve hukuk, tıp, mühendislik gibi “laik” mesleklere sahip olmakla birlikte özel hayatında dinin gereklerini yerine getirmeye özen gösteren kişiler. (Bu profil detayı önemli. Bilahare yeniden değineceğiz.)
Modernleşme ve sekülerleşme hamlelerinin en radikal şekilde gerçekleştirildiği 1930’ların, 40’ların Türkiye’sine dönersek... Söz gelimi şapka inkılabı, Türkçe ezan gibi biçimsel veya sembolik görünen ama yine de radikal mahiyet taşıyan adımlar toplumun genelinde hoşnutsuzluk uyandırıyor ama o günlerde “inkılap” kavramı doğrudan iktidarın fiili güç kullanma imkanından aldığı bir meşruiyete sahip olduğu için pek ses çıkarılamıyor.
1940’lar yine de 1920’lere ve 1930’lara nispetle daha serbest bir ortam arz ediyor. En azından daha rahat konuşuluyor, daha önce pek görülmeyen tarzda veya çizgide kitaplar, gazeteler, dergiler çıkıyor artık. Bu dönemde milliyetçilik ve İslamcılık aşağı yukarı aynı şeydir. 1960’lara, hatta 70’lere kadar da ayrılmayacaklardır.
Dönemin dindar aydınları kendi fikir çizgilerini milliyetçi, sağcı, mukaddesatçı gibi sıfatlarla tarif ediyorlar. Bu dönemde daha çok ahlaki yozlaşmaya, aşırı batılılaşmaya, tarihimizin Osmanlı ve Selçuklu devirlerinin yok sayılmasına veya kötülenmesine itiraz gibi motivlere rastlanıyor. Din öğretiminin sosyal bir ihtiyaç olduğu, komünizmle mücadelede, milli birliğin korunmasında ve vatansever nesiller yetiştirilmesinde dinin önem taşıdığı gibi görüşler savunuluyor.
(Dikkat edilirse, Meşrutiyet devri İslamcılığının iddialı duruşu yok bu devirde.)
***
Muhafazakâr ve antikomünist karakterli bu “neo-İslamcılık” ancak 1960’lardan sonra dindar vatandaşların inandıkları gibi yaşamalarına engel olunmaması gibi “islamî” talepleri daha yüksek sesle dile getirmeye başlıyor. (Kadınların başörtüsü, mesai saatlerinde namaz gibi -uzun yıllar sonra AK Parti iktidarları devrinde bütünüyle çözülebilecek olan- problemlerden söz ediyorum.)
Bu ılımlı pozisyonun bir adım ötesinde ise içkinin, faizin, kumarın, zinanın vs. yasaklanması taleplerini görebiliriz... Ancak bu talepler de çoğu zaman dinin emri olmaktan ziyade genel ahlak, toplum düzeni ve sağlık gibi “seküler” gerekçeler ileri sürülerek dile getirilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla bu da ılımlı bir pozisyon sayılabilir.
Aşırı diyebileceğimiz tutumlar 1950’lerde bir yandan çok partili demokrasinin hüküm sürdüğü, öbür yanda sanayileşme paralelinde büyük şehirlere göçün başladığı bir ortamda filizlenmeye başladı.
Galiba 1960’lardan sonra Pakistan menşeli “islam devleti” kavramı fikir hayatımıza dahil olurken “islam nizamı” kavramı da dolaşıma girmişti. 1979 İran devriminin ardından ise “İslami düzen” ile birlikte “devrim” kavramı da dindar aydınların sözlüğüne girdi. Ancak dindar aydınlar arasında bu radikal eğilimler uzun ömürlü olmadı. Geleneksel dini yapılar bu aşırılıkları kısa zamanda absorbe etti. Bugün İslam devletinden veya İslam düzeninden söz eden pek kalmadı.
Tabii bunda dindar aydınların özellikle son 15 yılda AK Parti üzerinden devletin kurumsal kimliğiyle kaynaşmış olmalarının da payı inkâr edilemez. Bu kişiler artık talep sahipleri değil talepte bulunulan makam sahipleri oldukları için geçmişteki davalarını sürdürmeleri tuhaf ve daha da önemlisi mantıksız ve tutarsız olurdu zaten.
Ne olursa olsun, Cumhuriyet devrinde önce muhafazakarlık olarak tezahür edip sonra bir süre İslami temelde bir toplumsal proje görünümü almış olan “neo-İslamcılık” son yıllarda yeniden muhafazakarlık çizgisine geri çekilmiş görünüyor. Bunda siyasi konjonktürün olduğu kadar birtakım toplumsal gelişmelerin de etkisinin olduğunu düşünmek lazım.