İYİ Parti lideri Akşener, geçen hafta partisini hedef alan tartışmalar hakkında “Eylül ayı geldiğinde birileri İYİ Parti’yi linç etmek için harekete geçiyor. Kim yapıyor, nasıl yapıyor, neyi amaçlıyor anlamaya çalışıyoruz” demişti.
Elbette bunu kimin yaptığını ve niçin yaptığını bilmiyor olamaz, “tecahül-i arifane” dediğimiz kadim yönteme başvurmuş bu ciddi meseleyi konuşurken. Neden bilmez görünmeyi tercih ettiği sorusunun cevabı ise mevcut ittifak yapısının hassasiyet taşıyan doğasında aranmalı herhalde.
Eylül ayının nasıl bir önemi var bu işlerde, biz de onu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey varsa o da bu ülkede cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hiçbir zaman olağan şartlarda gerçekleşmemiş olduğudur. Bu makamın bugüne göre sembolik sayıldığı dönemlerde bile olağanüstü hadiselere şahitlik ettik. Kavgasız gürültüsüz geçen seçim görmedik. (Bunları unutanlar veya detayları merak edenler Prof. Hikmet Özdemir’in “Atatürk’ten Günümüze Cumhurbaşkanı Seçimleri” başlıklı eserine göz atabilirler.)
Cumhurbaşkanlığı makamı -belli dönemlerde sembolik bir değer de taşısa- devlet hiyerarşisinde son basamak, siyaset piramitinin zirvesi olarak her siyasetçi için daima “kızıl elma” statüsü taşıyageldi. Bugün ise cumhurbaşkanlığı makamı, bırakın sembolik olmasını, bütün iktidarın temerküz ettiği en güçlü pozisyon. 2018’de hayata geçen Türk tipi başkanlık sisteminin icabı bu durum.
Devlette denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldıran, kuvvetler ayrılığı prensibine son veren, iktidarı kişiselleştiren, meclisi göstermelik hale getiren bu yeni yönetim modelinde Cumhurbaşkanına verilen yetkilere Atatürk bile sahip değildi.
Buna karşılık, bu tuhaf modelin ve kötü yönetimin yol açtığı ciddi sıkıntıların sonucu olarak mevcut iktidarın seçmenin gözünden düşmesi itibarıyla bir görev değişimi ihtimalinin iyice arttığı bu dönemde kurulacak olan seçim sandığı her iki taraf için de belki son fırsat.
Çünkü muhalefetin ağaçtaki o kırmızı elmaya en fazla yaklaştığı, elini uzatıp alabileceğini gördüğü bir süreçteyiz. İktidar için ise öyle kolayca vaz geçilebilecek, bırakıp gidilecek bir makam değil söz konusu olan. Dolayısıyla önümüzdeki seçimin sonucuna göre ya mevcut otokratik idare kökleşerek devam edecek ya da artık bu macera tamamen sona erecek. Bir anlamda Türkiye’nin kaderini belirleyecek bir seçimden söz ediyoruz.
İşte bu tabloda altı muhalefet partisinin bir araya gelerek oluşturduğu iş birliği zemini hayati bir önem taşıyor. Muhalefetin bu yapıyı ayakta tutmaya, iktidarın ise imkân bulursa dağıtmaya ihtiyacı var. Aksi takdirde seçimi kazanmak mümkün değil. Onun için her iki tarafın da elinden gelen çabayı göstermesi gerekiyor.
İktidar tarafında bu çaba var. Ancak muhalefet cephesinde yer alan bazı gruplar sanki eldeki fırsatın farkında değilmiş gibi davranıyorlar zaman zaman. Altılı masayı devirmenin kendileri için de siyasi intihar anlamına geleceğini görmüyorlar sanki. Ne de olsa siyasetçi de bir insan sonuçta. Etten kemikten yapılma bir varlık. Kendi kişisel beklentileri, hırsları, kızgınlıkları vs. var. Bu yüzden bazen apaçık gerçekleri bile gözü görmeyebiliyor.
Ama bazı yanlışların da siyasi bir amaç adına bilinçli ve planlı şekilde yapıldığı belli. Akşener diyor ki: “Cumhur İttifakı bizi HDP ile terbiye etmeye çalışıyor. Bu arada kendini HDP’nin de üzerinde patron gibi gören muhalif takımın içinde bir kesim de bizi HDP ile terbiye etmeye çalışıyor.”
Burada da birtakım ipuçları var galiba. Tabiri caizse “HDP’den daha HDP’ci” bir zümreye işaret ediyor Akşener. Aslında HDP’nin altılı masada olmak gibi bir arzusu yok, çünkü bunun siyaseten imkân dışı bir seçenek olduğunu bilecek kadar siyaset tecrübesine sahip bu partinin yönetim kadrosu. Ne var ki “HDP’den bile daha HDP’li” kesim tutturmuş, “Niye bu partiyi de aranıza almıyorsunuz” diye mütemadiyen muhalefete yükleniyor. Bu arada iktidar cephesi ise “Masanın yedinci ortağı” propagandasını ara vermeden sürdürüyor.
İki taraflı “terbiye” çabasından kastı bu galiba Akşener’in. Aslında yalnızca İYİ Parti’ye değil, altılı masanın beş “sağcı” partisinin tamamına karşı bir “terbiye” çabası görülüyor belirli kesimlerde. İdeolojik hazımsızlık bu, başka bir şey değil.
Buna karşılık, kimi siyasi aktörlerin durup dururken gündeme taşıdığı “HDP’ye bakanlık” tartışması planlı bir gündem çalışması gibi görünüyor. Burada ideolojik bir çıkıştan çok profesyonelce bir dokunuş hissediliyor. Zaten konuyu gündeme getiren kişiler “HDP’den bile daha HDP’li” dediğim kesimin mensupları değil. Ancak bugünlerde Akşener’in ve partisinin daha geniş bir zeminde hedefe oturmuş görünmeleri daha ziyade söz konusu gündem çalışmasının kimi bünyelerdeki ideolojik hassasiyetleri harekete geçirmiş olmasının sonucu.
Bu kesimden İYİ Parti’ye yöneltilen eleştirilerin başında ise “milliyetçi kimliğini terk etmemesi” geliyor. Düşünsenize, milliyetçi bir partiden istenen şey milliyetçilikten vaz geçmesi! Bakkaldan peynir ister gibi canlarının çektiği şeyi siyasetçiden isteyebilir bu ülkede birileri!
Bu bir yana, İYİ Parti’nin HDP ile aynı masada olmama tercihini “Kürtlere yönelik bir düşmanlık” gibi göstermek büyük haksızlık. Bu ülkenin Kürt vatandaşlarına “Bakın, bunlar sizin düşmanınız” diyerek birilerini işaret etmek ayrıca tehlikeli bir yaklaşım.
Hiçbir partiye bir toplum kesiminin yegâne temsilcisi olmak gibi bir nitelik veya yetki bahşedemezsiniz. Bu ülkede Kürt seçmenin en az yarısı başka partilere oy veriyorken, PKK ile arasına yeterli mesafe koymadığı için HDP ile arasına mesafe koyanları Kürt düşmanlığıyla suçlamak iyi niyet belirtisi olamaz.
Altılı masada adı üstünde altı ayrı parti var. Birini beğenmiyorsanız öbürüne oy verebilirsiniz. Hiçbirini beğenmiyorsanız dışarıda başka birçok parti daha var. Niye herkesi kendi çizginize çekmek için zorluyorsunuz? Sizin gibi düşünmeyenlere niçin hayat hakkı vermeye yanaşmıyorsunuz?
Totaliterlik değil mi bu?