AK Parti iktidarına yönelik “ehliyet ve liyakat” konusundaki eleştiriler son yıllarda işitilmeye başlandı. Çünkü eleştiri konusu olan problemli tutum özellikle son yıllarda kendisini gösterir oldu.
Başlangıçta böyle bir tartışma yoktu. Çünkü başlangıçta önemli olan yönetimde başarı gösterebilmekti. Yönetimin başarılı olabilmesi için ise en azından belirli düzeylerdeki görevleri her halükârda işini layıkıyla yapacak kişilere vermek gerektiği biliniyor, uzmanlık önemseniyordu.
Hatta AK Parti öncesinde de durum buydu. Erdoğan İBB başkanı olduğunda belediye birimlerinin her birinin başına ilgili sahanın en iyi uzmanlarını bulup getirmişti. Bazılarını daha önce şahsen tanımadığı kişilerdi bunlar.
Mesela İSKİ’nin başına Veysel Eroğlu, Kültür İşleri’nin başına Şenol Demiröz, personel idaresine Ömer Dinçer, belediye şirketlerinin başına Candan Karlıtekin getirilmişti. (Bunlar ilk anda aklıma gelen birkaç isim yalnızca.) Bu kadronun yönetimi altında -sonuç olarak- Erdoğan’ın siyasi geleceğinin de yolunu açan başarılı işler yapılmıştı.
***
AK Parti’nin kuruluş ve ilk iktidar devrinde de bu tutum devam etti. Zaten Erdoğan İstanbul’daki eski mesai arkadaşlarının birçoğunu yanında Ankara’ya getirmişti. Gerçi bu kişilerin büyük bölümü yerel bürokrasideki başarılarını ülke siyasetine taşımak hususunda fazla bir hüner gösteremediler ama AK Partinin ilk başbakanı Abdullah Gül zamanında yapılan atamalar genellikle isabetliydi ve bu kadrolar iktidarın görünmez yüklerini uzunca bir süre omuzlarında taşıdılar.
Abdullah Gül, bugünkü Karar’da okuyacağınız üzere, Mehmet Ocaktan’a verdiği mülakatta bu hususa da değiniyor. AK Parti’nin ilk dönemi için “En büyük ayrıcalığımız her makamda ve mevkide liyakatli insanlarla çalışmamız oldu” diyor.
Gül’ün şu sözleri de meselenin ölçüsünü ifade etmesi bakımından önemli: “Demokrasilerde sizin dünya görüşlerinize uygun kişileri kurallar çerçevesinde en üst makamlara getirmek sizin hakkınız oluyor ama liyakat esası çerçevesinde olmak şartıyla. Amerika’da demokrat bir başkan demokrat bir kişiyi anayasa mahkemesine atayabilir. Atarken de bunu muhakkak liyakat şartlarını karşılamak suretiyle yapabilir veya FED’in başına veya diğer önemli kurumların başına birisini getirirken.”
“Doğrusu sapmayı burada görüyorum” diyor 11. Cumhurbaşkanı, “Artık önemli makamlarda mesleki kariyerinden çok siyasi geçmişi öncelikli insanlar var.”
***
Bilenler bilir ki Abdullah Gül siyasette ve bürokraside en parlak kafaları arayıp bulan -tabiri caizse- bir yetenek avcısıydı. AK Parti hükümetlerinin hiç değilse ilk on yılı boyunca hem siyasette hem de bürokraside önemli görevler üstlenmiş kişilerin çok ciddi bölümü Gül’ün daveti üzerine iktidar kadrosunda yer almışlardı.
Ama bu demek değil ki Erdoğan ehliyeti ve liyakati önemsemiyordu. Partinin kurucu lider grubundaki diğer arkadaşları gibi Erdoğan da her şeyden önce devlet yönetiminde rüşt ispatına ihtiyaç duyduklarının, bunun için de kritik makamları ehil ve uzman kadrolara bırakmak gerektiğinin bilincindeydi.
Peki, sonra ne oldu? Bunu daha önce başka vesilelerle defalarca yazdım: AK Parti’nin kuruluş aşamasında “eşitler içinde birinci” diye tarif edilebilecek bir role sahip olan genel başkanı özellikle 2007 sürecinde kızışan “mücadeleci siyaset” ortamı içinde giderek kişisel karizmasıyla birlikte parti üzerindeki otoritesini artırmaya yöneldi.
Siyasetin ürettiği bir sorunu polisiye değil politik adımların çözebileceğini düşünen dava arkadaşlarını “bu kavgada kendisini yalnız bırakmakla” itham eden Erdoğan’ın tabanın desteğini alarak AK Parti’ye tam olarak egemen olmasında Gezi Parkı olayları kırılma anı işlevi gördü demek hiç yanlış olmaz. Başlangıçta “eşitler içinde birinci” durumundaki genel başkan artık “tek adam” haline gelmişti.
Büyük ölçüde bu süreçte tahkim edilen güç sayesinde 17-25 Aralık sürecinden itibaren FETÖ’ye karşı verilen mücadele ve nihayet 15 Temmuz darbe girişimi Erdoğan’ın, yalnızca kendi partisi üzerindeki otoritesini değil, devlete hakimiyetini de şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde arttırdı. O kadar ki Türkiye bu süreçte başkanlık sistemine geçti ve bugüne kadar gelindi.
***
“Eski AK Parti” bulunmaz Hint kumaşı mıydı? Hayır, o dönemde de her şey güllük gülistanlık değildi. O zaman da yanlış yapılan işler vardı. Bazıları siyaset acemiliğinden, bazıları ideolojik saplantılardan ve bazıları kişisel çıkar arayışlarından kaynaklanan...
Yanlışlar hem de bazı vahim yanlışlar yapılıyordu ama kişisel çıkar parti çıkarına, parti çıkarı milli çıkara karışmıyordu bugünkü gibi. (Ya da “bugünkü kadar”...) Çünkü parti ne olursa olsun tek kişinin ve dar bir çevrenin kontrolünde değildi. Devlet yönetiminde de henüz kurumlar işlevsiz kalmadığı için ekonomide fanteziler denemek, dış politikayı veya milli çıkarları iç politikaya karıştırıp tüketmek kolay değildi.
Yeni süreçte yeni bir anlayış adım adım parti yönetimine hâkim hale geldi… Şahıs merkezli ve dar kadrolu bir siyaset ve yönetim anlayışı…
Ehliyet ve liyakate değil itaat ve sadakate göre şekillenen bir kadronun yönettiği devlet tablosu ortaya çıktı… Ortak akıl, demokrasi, katılım gibi kavramların virüslü muamelesi gördüğü bir ‘şahıs partisi’ tablosu… Bunun sonucunda oluşan ülke tablosu da malum…
***
Erdoğan, bir zamanlar genel başkanlık ve başbakanlık görevlerini teslim ettiği Davutoğlu ile işlerin yolunda olduğu dönemde ekonominin başında olan Babacan hakkında “Liyakatleri sayesinde o makamlara gelmediler” dedi geçenlerde.
Neden öyle dedi acaba?