Bir ülkenin yöneticilerini en fazla kaygılandırması gereken problem o ülkenin insanları arasındaki birliğin zedelenmesi olmalı. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin en önemli problemi toplumdaki -siyaset kaynaklı- kutuplaşmanın gitgide büyümesi, hatta kök salmaya eğilimli görünmesi… Toplumun bir yarısının toplumun öbür yarısına düşman olduğu bir ülke hiç kimse için cennet olmaz; hatta her iki taraf için de cehennem olur… Böylesi bir ayrışmadan kazançlı çıkan da olmaz.
Ne var ki toplum dediğimiz yapı çıkarları veya talepleri her zaman birbiriyle örtüşmeyen ve kimi zaman farklı kültürlere sahip gruplardan oluşuyor. Dolayısıyla birtakım zümreler veya gruplar arasında anlaşmazlıkların, çekişmelerin ve hatta mücadelelerin yaşanması toplumsal hayatın doğal bir yönü.
Onun için önce toplumun seçkinlerinin, sonra ülkeyi yönetenlerin toplumsal gruplar arasındaki farklılıkların arka planda kalması için, anlaşmazlıkların büyümemesi için, ihtilafların çabucak çözülmesi ve kan davasına dönüşmemesi için görev üstlenmeleri, ellerini taşın altına koymaları gerekiyor.
Oysa bizde -hiç değilse bugünlerde- pek öyle olmuyor… Toplumun seçkinleri böylesine hayati bir görevin ifası için ortada yoklar. Kimdir toplumun seçkinleri? Bilim adamları, sanatçılar, aydınlar vs… Ama bizde sanatçı dendiğinde sinema oyuncuları ve şarkıcılar anlaşılır; şair, romancı, ressam, bestekar vs anlaşılmaz zaten. Bilim adamı dendiğinde de laboratuvarda çalışıp bir şey icat eden adam akla gelir; sosyolog, tarihçi, siyaset bilimci, vs. akla gelmez… Bir de “kanaat önderi” denilen birileri var. Bu ülkede kendisine seçkin rolü veren niteliklerin dünyanın başka yerinde bir değer taşımadığı kişiler için kullanıyoruz bu sıfatı da çok…
Bugün itibarıyla söylüyorum, hakikat bildiği şeyi sırf hakikat olduğuna inandığı için savunan bilim adamlarını görmüyoruz ortalıkta. Ne pahasına olursa olsun, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen sanatçılar yok etrafımızda. Kendi ait olduğu dar çevrenin çıkarlarının ötesinde milletin bütününün iyiliğini arzu eden ve üstelik bunun için bedel ödeyebilen, fedakarlıkta bulunabilen kanaat önderlerinden de mahrumuz…
Uzun sözün kısası, “seçkin”lerimizden bize hayır yok… Siyasetçilere gelince, onlar da sanki fazla şikayetçi değiller toplumdaki kutuplaşmadan… Çünkü tabanlarını diri tutuyor ülkedeki kutuplaşma atmosferi. Ancak, belirli bir dereceden sonra ciddi anlamda tehlikeli bir yaklaşım bu.
***
Geçmişi hatırlayalım… Türkiye’nin 1970’li yılları herhalde yakın tarihimizin en karanlık dönemiydi. Çünkü bu yıllarda -kökeni geçmişe dayanan- ideolojik anlaşmazlıklar ve siyasi mücadeleler sokağa taşmıştı. Milletin çocuklarının bir bölümü milletin çocuklarının öbür bölümünü düşman olarak görüyordu. Sokaklarda kan akıyordu.
Siyaset kurumu sokağı sakinleştirememiş, tam aksine sokak siyaseti keskinleştirmişti. Demirel’in AP’si Ecevit’in CHP’sini “komünist terörün hamisi” olarak, CHP de AP’yi “faşist terörün destekçisi” olarak görüyordu.
Aslında sokakta birbirleriyle kavga eden her iki kesim de vatansever ve anti-emperyalist olma iddiasındaydı ama sağcılar solcuların ülkemizi Rus emperyalizminin boyunduruğuna sokmak istediğini, solcular ise sağcıların Amerikan emperyalizmine hizmet ettiğini düşünüyordu. Gerçi sol örgütlerin bir kısmının hiç değilse yönetim kademesinde “Türkiye Sovyeti” hayali kuranlar veya sağ örgütleri yönetenler arasında “Gladio” irtibatı olanlar yok değildi ama bunların merkez siyaset içinde veya üzerinde etki güçleri çok sınırlıydı. Bu partilerin tabanında ise sözkonusu etiketlerin karşılığı hiç yoktu.
Dolayısıyla CHP’lileri “Rusya’nın adamı”, AP’lileri “Amerikan uşağı” diye yaftalamak toplum içindeki iki ana siyasi görüşün mensupları arasına aşılmaz bir duvar örmekten başka sonuç doğurmayacaktı. Hem Demirel’in hem de Ecevit’in kendi tabanlarındaki atmosfer izin vermediği için Türkiye’nin o karanlıktan çıkmasının belki de tek yolu olan “büyük koalisyon” fikrine uzak durmaları o duvarı daha da kalınlaştırdı.
Ardından darbeler yaşandı, Özal’ın dört eğilimi birleştirme siyaseti, koalisyonlar, ittifaklar… Kökleri siyaset tarihimizin ve sosyolojik problemlerimizin içinde olan kutuplaşma bitmedi…
Bugünse şimdiye kadar görülmemiş ölçüde bir bölünme manzarası olarak karşımızda… Son seçimde ortaya çıkan manzara… İstanbul seçiminin iptali bağlamında konuşulanlar… Bugünlerde kampanya çerçevesinde söylenen sözler… Bunlar toplumun bütününü kucaklayan bir yaklaşımın ifadesi değil.
Oysa tekrarı yapılacak bu seçimde birleştirici olan, kucaklayıcı olan tarafın şansı olabilir… Geçen gün de yazdım, toplumdaki siyasi kutuplaşmaya dayanan “taban konsolidasyonu” politikasının -İstanbul gibi- metropollerde sonuç alması gitgide zorlaşıyor.
Üstelik gerçekten çok küçük bir farkla sonuçlanmış bir seçimin geri döndürülmesinde bunun işe yarayacağını düşünmek pek gerçekçi görünmüyor.
Çünkü bu siyaset “karşı taraf”taki vatandaşın gönlünü çelecek, kalbini kazandıracak bir yol değil.